Menüler kısmından ayarlayınız.

İhsan DENİZ

1960 yılında Bursa, İnegöl’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü 1985 yılında bitirdi. Şiir yayımlamaya Yönelişler dergisinde başladı. 80’li yıllardan günümüze, çeşitli sanat/edebiyat dergilerinde şiir ve yazılarıyla yer aldı. Bürde dergisinin kuruluşuna katıldı (1991) . 1995-1999 yılları arasında İpek Dili şiir seçkisini (15 sayı) çıkardı ve yönetti. Yeni Şafak gazetesi kültür sayfasında haftalık yazılar yazdı (1996-2007) . Bursa Araştırma Kütüphanesi’nde yöneticilik yapıyor. TRT 2’de haftada bir yayınlanan Sesler Kalır programının danışmanlığını sürdürüyor.

Eserleri : Mağara Külleri (1984) Yalnız Sana Söylenen (1985) Adımlarımın Gizli Sokağı (1986)
Şiirler (1991) Perdeler (1992) Gece dil oldu (1998) Hurûfi Melâl (2002) Bozgun Siperi (2004)
Buz ve Fire (2005) Daima Unutma (2007) Baht-ı Siyâh (2009) Sırtlan Kayboldu (2010)

Ödülleri:Türkiye Yazarlar Birliği “Yılın Şairi” ödülü (2002)

Hurûfî Melâl

Senin artık gülmekten vazgeçtiğin gün
topladım bu hurûfât tozlarını.
Gözlerindeki ışığa yeniden dokundum,rutubetli
sabrını yarıladım,badem çiçekleriyle
tazelenen gönül bağını yağmurlu
vedalara bağışladım…

Ki orada, o cefa yurdunda, tüyleri su
duasına çıkmış figan
içinde kavrulan bir
titreyiş
tin sen…
Habersizce varılan bu ıssız
yolculukta, yüzüme üflenen siyah
dakikaları sen
say!

Sensay, helak
oluş provasında çırpınan acziyet
liflerini.. O panik
halinin şiddetinde gezinen kasvet
ve muhabbeti…

Ve artık bütün aynaları ihmal
et; geri çekil ve seyret: Hangi betbaht
sine tahammül gösterebilir senin göz
bebeklerinle hükmettiğin bu vahşi dansa? Ruhumda
doğuştan gelen bunca metalik kusuru böyle
çabuk ve muntazam kim
setredebilir? Bundan böyle dudakların hangi
harfe kilitlenecek, son defa kalbine
sensor!

Ben ki, bu ummanı çoktan
kuruttum! Kuru bir gül
deseni gibi saçlarının huzurunda sedef
seccadelere saçıldım…

Dilinin oyuklarında çocukları
uyandıracak başka ne kaldı
diye sormayı hiç düşünmedim o tuhaf limon
ağacında sudan bir sebeple sendelerken.
Avucunun tiklerini her saat başı rüzgarın
kumuyla ovmanın anlamı ne
demeden önce, ayak bileklerine varoluş
kımıltısı zerkeden sarışın heyecanına dönüp
bakmayı aklımdan geçirmedim.
Kederli silüetini iyiliklerle dondurdum..
Sesindeki zayiata alıştım..

Kalbimi mecalsiz
bırakan kaybediş
sözleriydi iki yakana bütün
teferruatıyla iliştirdiğim fısıltılı
dilekler. Ruhumun ihyası
adına kınına sokulduğum o kadim kelimeler
bile alnımın çatısına biraz
olsun pey vermedi..
İyi ki bu yaşta beni kabahatli
kılacak çocuksu huylarım var
diyerek sürdürdüğüm sersemlik
halim, giderek seni
daha çok soldurmanın naçiz sıfatı
olmakta gecikmedi…

Çok uyumaktan sararan dişlerim
için biriktirdiğim bu mayhoş lezzet,
senin dumanlı susuşuna çarpan beyaz
mecazi bir kokuya dönüştü.
Ağlamaktan kırıldığın gibi sükûn
buldu herşey..

Sonunda hayata yaptığın yas
dolu teklif, irili
ufaklı bir çok ham hevesi söktü
aldı benden..
Günün birinde lalelerle serinlemek
hayali, meçhul bir zamanın koyu
karanlık girdabına sıkıştı
kaldı..
Ve göğsümde yeis
içinde didişen kimse için değilim ben! sayhası, senin
sesinle ıslandığım her gün sanki
biraz daha kabardı..

Nihayet bitti!
Ve başladı o keten rüyanın ömrümü
sızlatan hışırtısı diyebilecek
kadar uzun ömürlü
olmam gerekmeyecek..
Belki de o mel’un
tuzağı bir daha hiç
demeneyecek, mazinin ıslak
teniyle nabzımı uyuşturmayacak, babaların
hareli sırrını büyük
bir iştahla kazıyacağım hayatın
canını sıkan toplu fotoğraf
albümünden..

Belki de neden
sonra yanılacak hafızam..
İkiz bir harf
gibi sayıklanacağım dünyanın sonunu
sayıklayan o mûtena sarnıçta.
Hiç kalbim kalmayacak! ..

İhsan Deniz

Meryem

Yine de son şansımı kullanmak
istemezdim saçlarının uğultulu hançeri
karşısında.. Sokaklarının tuzunu
kalbimin şaşkın ve sitemkâr
ipine bulamazdım..
Belki de dilimi felç
etmez, çehremden bu kadar
ürpermez, sesimde tozlanan bütün
şüphe belirtilerini ateşli ihtimal
seanslarına yormazdım..

Şehirde senin adın şiddetlense, şâyla
büyüse, kimsenin bilmediği puslu
haberlere koyu bir gül
süsü vermezdim..

Sen yine de bu soğuk, bu
yaban, bu çiğnenmiş çaresizliği iki
dudağının arasından sızdır
ma! Ve günün birinde yanılıp
da, mâzînin o me’yus yaralarına sakın kucak aç
ma!. Hem nasıl olsa, yıllar sonra
her mâsum hatırlayışın
rûhunu sıyıran içli, buruk
bir tadı kalacaktır aynalarda..

Hançerendeki tufan
işaretini biraz ertelesen oy
sa, takvimleri rendele
sen, hayat bir süre
hüsrana uğrasa… ve ellerine üşüşen meçhûl
hakikatı benim yitirişlerim
için perdelesen.. Sancılı
bahçelerde dilek-şart
kipiyle serinlemez, camların uçuk
eczasıyla meczup suların yatağından
uyanmaz, ve yalnız bana
zaptedilmiş senfonik susuşunu siyahın emanet
köpüğüne banmazdım..
Olsun. Yine de sen başlat, nâdim
olmuş bu sefil sözlere târizlerin ilk
âni hücumunu… Hor ve hakîr
gör, dünyaya bulaşan ay
gibi masun
bir hicâb meleğinin muhayyelât
rindinde yaptığı tahribatı..
Ama sana gözlerim
kadar yakın
bir bulutun hecesi olmayı
becerebilecek provaya geç
kalışımı bağışla! Bu yüzden gece
savaşlarıyla yüzüm
arasında ıslanan mesafeyi
kalbinle buluşturmam
i m k â n s ı z . . .

Sen bana unutulmuş
adaların o masmavi mührünü
vaadet! Parmaklarını dalgın
hâline beni inandır..
Benzim borç
lanıyor, bak:
Beniçocuket!.

B a h t s ı z ı m işte,
ömrüm

k ı r ı l a c a k . .

(E Dergisinden)

MASK

Gözlerimi kapıyorum: Sabah! Hızla
düşüyor kirpiklerimde oyulan her solgun
tomurcuğa. Tutup çenemi, bir rüzgar
sayhası gibi çiviliyor sokağı köpürten
camekana: Beklediğim kim var ki? Yerimde
kimin silueti? Sokulsam: Bir mecradan
diğerine atılan ruhum bilemem
hangi ırmağın tapınağı? Oysa bütün fiillerin
kılığında donuyor serpilen hilkatim. Nefesim
zaman’a ve an’a dönüşüyor. Bense sözüme
hep sondan başlıyorum: ‘İlk hecede
nasılım acaba’ diye tutuluyorum dilimde
kuruyan nabzıma. Farkediliyor mu rüyamı
titreten bir kabus gibi mırıldandığım
esrarlı dua? Ama nedense dönüp
duruyorum yalnız A’rafa çıkan bu
odanın sancılı kapısında. Biraz daha
yanaşıyorum içimde o iki kıyının bir sar’a
nöbeti gibi kımıldadığı oyuğa. Akıyor rengim
haleler ve gölgeler halinde düşlere
ve gerçeğe. Sabah, boynumu kırıyor. Hep o
korkuyu yontuyor yüreğim. Ve panik, kendini
delice deniyor yüzümde. Gözlerimi
kapıyorum: Suretimin ikiziyim hala.

İhsan Deniz

SÖZ

ben durgun ruhları taşıyamadım
anlatamadım vaktin dolduğunu
bulutu unutulmuş bir gökle sırdaş olup
anlatamadım suların kabardığını, fırtınanın taştığını
toprağın kıvrıldığını, çatladığını taşların
her gece paylaşılan bir yüzden
sarardığını uykularımın

binlerce kez yanılmanın yorgunluğu
artık sönmüş bir fenerden
sislerden, peşpeşe yükselen bir kentlerden
kentlerin kemirilen evlerinden
bir yabancının ruhunu alkışlayıp
okşayarak, akarsu havuzlarına
karlı yamaçlara, sarnıçlara
yeniden parıldayacak bir hayatın ateşini yakmaya yetmiyordu
yetmiyordu bir gün bir falcıyı kandırmanın kurnazlığına
ama sen, ilk kez bulmanın sarhoşluğu
taşkın bşir hayatın
ürkek ve zamansız yolculuğu
o kadar uzak
ve o kadar korkulu mutluluğu

evet, taşıyamadım durgun ruhları
taşıyamazdım
tanıyamadım bir böceğe yaslı adımları yankılayan kapıları
(adım ve kapı ve yankı bendim gerçi)
filiz süren, kabuk değiştiren
yenilenen her ağaca yanaşamadım,
beni bilen bir bakıcı çıksa
bir sahtekar tutup yaşadğımı haykırsa
ortaya konsa benden artan bana
şaşırmazdım, hatırlanmaz aldanmazdım
bütün sözlerin yanılacağını
hangi yöne sapılsa
ölüm figürlerinden kurulu yapılar karşısında susulacağını
…………

zamansız bir kuşkuya düştüm ben
aldandım pencereye vuran gürültülerde
aklım karıştı, rehber olamadım örümceklere
bir ejder ritmi kolladım hep sana ulaşan kıyılarda

anla, kendime kurulan bir tuzağım ben
yetişemem taş kemerleri aşan yorgancıya
silemem, gözümden gitmez o dağın yolculukları
her sabah önüme düşen bir hayalin simsiyah olmuş kurumları

işte yalnız sana söylenen bir sözüm ben
bak, günlerdir güneşi utandıran bir yangınla örtülü içim dışım
ah, çıkar artık geceyi beni ayıltan ağzından
geçeyim toz zerreleri
altında mantar kokulu ülkenden

ah, yalnız sana söylenmiş bir sözdüm ben

…….

İhsan Deniz

Yaz Kalbiyle Gelir

Yaz kalbiyle gelir aramıza. Çocukça
bir nazla hızlanan suskun ve acemi
dudaklara.. Yağmuru ve bulutu
tutar, gölü efsunlar, soğuk bir bahçe
tadı bırakır gözlerin kilitlendiği
bîçare dakikalara.

O kalp üşüten haz, her sabah rûha
değen netameli sıyrık; ürpertir dili
ve dilin içinde yırtılan kasveti..
Bütün gece bir mahzen sızısıyla mayalanan niyâz!

Yolar sıcağın esmer tenini; tan vakti
hâtıraya sinen ağlama
ve kahkaha birikintilerini..
Balkonda bir kıpırtı olsa, akıp
gider; koyu bir memnuniyet ritmiyle
yayılır peşimize takılan sokak
köklerine..

Kim bilir; aramızda dolaşan gölgesi
kırılmış bu son yaz
dır belki de.. Göğü döven o saf
yelpaze; ne arar ne bulur, ince
huyları kışkırtan bir havuz kenarı
gibi durduğumuz o boşlukta?

Yaz kalbiyle gelir
miş aramıza. Hem de perde
olurmuş eski aşkların hâfızasına..
Yazık! Ben ki; çok geç
anladım, inanmazdım
da: Bu mevsim kalbimi habersizce örten
ölüm hissi
nin sesimden bir daha hiç
ayrılmayacağına

İhsan Deniz

Kabuk

Gölgesini meleklerin dokuduğu bir ruha

vurulmak! O büyülü mahkumiyet

Vuslat ve kıraat…

Gece dindi. Vücud, beklemekte eprimiş bir hazne

gibi soğudu, susturuldu. Yapraklarından bir eski

aşk mevsimi sızıyor. Çürüyecek! Akıyor lekesi

ölümün kipine…

Ete, sese ve ekmeğe…

Sanki bu ezbere hayatın ötesinde yıkanıyor

du dil! Ötede başlıyor ve son buluyor

du kalbi dövmelerle incinen gecenin

yaydığı hatıra sağanağı…

Öteler öteler, hep ötelerde…

Artık sabahlar unutuldu!

Ah, ruhum!

İyi ki yaz bitti!

(Şiir Atı, Kitap/6’dan)

Üç Parmak … İptal!*

Ama Hayır, daha fazla açıl

masın bu kelime! Yaz

defterlerinin yüzümüzde gezinen yankısı

artık bir azap treni gibi sus

masın… Parolalar susmasın…

Vietnam’lar susmasın!

Birazdan

menekşeyi ağzında besleyen

fesleğenin kokusu solacak…

Bahçeler o eski, mayhoş, huzurlu

tadını unutacak… Gizemli

avlular, sokak içleri, asmalı

teraslar bir kelimeyi içinden

büyütmenin sonsuz hazzına ortak

olamayacak. Hangi harfe

kilitlensek dağların ardında kalacak,kar

yağmurlarına gıpta ettiğimiz hışırtılı

saatler… Güzellik, ilham,

ihtişam… gözümü kör eden ne

kadar kiraz sarısı varsa bir

bir kuruyacak yanı başımda

kurtlanan o boğuk sesin sandığında…

Kelime özleyeceğim sonra, sadece

kelime… bir şairin kendi

sesini özlemesi gibi…

(Hece, 86)