Gazze trajedisi karşısında
İnsanlığın vicdan yükünü neredeyse
tek başına omuzlama cesaretini ve
ferasetini gösteren Türkiye’nin
yeni ‘Yeryüzü’ politikasının
büyük mimarı ve virtüöz icracısı
Prof. Ahmet Davutoğlu’na…
I
Gazzeli Yusuf, oğlum, ben yaşlı Filistin şairlerinden biri.
şiirlerimi Türkçe yazıyor olmama bakma,
yeryüzünün bütün öteki şairleri gibi,
(düzeltiyorum) yeryüzünün bütün
yufka yürekli şairleri gibi ben de
Filistinliyim on günden beri
ve buram buram Filistin toprağı
kokmaya başladı birden, nasılsa,
benim de kırk yıllık türkülerim,
kasidelerim.
kan, barut ve gözyaşı değil, hayır,
kin, öfke ve intikam hissi de değil, yanlış anlama,
tepeden tırnağa Yakup, tepeden tırnağa Yusuf,
tepeden tırnağa Musa, İsa
ve Muhammet’le dolup taşıyor,
Filistin toprağı gibi, on günden beri
benim de duygularım, düşüncelerim.
nesnesiyle örtüşen bilgiye, hakikat,
nesnesiyle örtüşen duyguya da sezgi
diyorlar ya, filozoflar, Yusuf, oğlum,
bu tanım doğruysa eğer, sezgilerim diyor ki bana,
hiçbir bilgi, hiçbir haber,
rüzgârın bu son on gündür şairlere
ve hamile analara taşıdığı
şu gökçe esin kadar hakikat olamazlar:
evet, her gün onlarca defa katlediyor
Filistin’de peygamber katilleri,
her gün onlarca defa Musa’yı,
onlarca defa İsa’yı, onlarca defa
Muhammed’i katlediyorlar,
ve yakıyorlar İbrahim’i, fosforlu bombalarla,
ama yine aynı Filistin’de her gün
ve her yerinde yeryüzünün,
diriliyor, on günden beri
onlardan yüzlercesi, onlardan binlercesi…
II
Gazzeli Yusuf, oğlum, keder de aynı dili konuşuyor
dünyanın her yerinde,
umut da aynı dili konuşuyor,
tıpkı nefretin ölümün dilini,
sevginin hayatın dilini konuşması gibi,
tarihin her döneminde…
ben, yeryüzünün yaşlı şairlerinden biri,
taşların, otların, kuşların dilini
çözmüş sanırdım kendimi.
ama Gazzeli çocuklar üstüne
insanların kendi diliyle konuşmaya başladığımda
titriyor, boğuklaşıyor sesim
ve orada bombalanan okullardan,
yıkılan hastanelerden, yerle bir edilen
vicdanın yıkıntıları arasından yükselen
katıksız, falsosuz ve Gazze gibi de haklı sesini
çıkarmakta zorlanıyorum, insan yüreğinin.
çıkarsam da, tutturamıyorum rengini, tınısını,
bir ucu insana, öteki tanrıya varan o sesin.
tuttursam da, duyurmakta zorlanıyorum onu,
yeryüzünün öteki çocuklarına.
çünkü bakıyorum, onlardan kimi
kulaklarına kulaklık geçirmiş,
bilmem hangi rakçının
özgürlüğü, demokrasiyi öven
savaş aleyhtarı şarkılarını dinliyor.
dinlesin, diyeceksin,
dinlesin, güzel değil mi, iyi değil mi?
kimi dağlarda koyun, keçi otarıyor,
otarsın, bu da güzel, bu da iyi!
kimi sinemada, kimi luna parkta, kimi okulda,
kimi dileniyor sokakta,
kimi mendil, kimi simit satıyor,
kimi ilahi söylüyor bir tapınakta,
pek azı bilgisayar başında,
pek pek azı da bilgi-hüner peşinde v.b.
bunların hepsi güzel,
hepsi güzel ve iyi,
oyunun, oyun olması için de gerekli.
ama, onlar bu güzel ve olağan işleri yaparken,
Gazze’de, sizin orada, bunların hiç birini
hiç birini yapmanıza izin vermeyen
çocuk katillerini, anne katillerini
ve seni düşündükçe, oğlum,
seni ve kardeşlerini,
ben yeryüzünün hüzün şairi,
sormak geliyor içimden:
biz, bütün bir insanlık,
‘birleşmiş milletler’, birleşmiş mücrimler,
cin taifesi, melek taifesi,
şeytan ve Yüce Tanrı,
hangi oyunu oynuyoruz bu tiyatroda,
hangi oyunu, onlarca yıldır,
hangi oyunu, böyle kan revan içinde?
bu kadar bebek ölüsüyle,
bu kadar çocuk ölüsüyle,
bu kadar anne ölüsüyle,
bu kadar seyirciyle
ve bu kadar sessizlikle…
gökleri dolduran bu sessizlikle,
cenneti, cehennemi, ârafı,
yerin altını, yerin üstünü
kana boyayan bu sessizlikle
hangi oyunu oynuyoruz,
hangi oyunu, tekrar tekrar,
hangi oyunu, bu cehennemde?
III
ben Küçük Asya’nın yaşlı şairi, Yusuf, oğlum,
duyuramıyorum dedim ya,
dünyanın öteki çocuklarına sesimi,
onlara bizim mahalledekiler de dahil.
duyuramıyorum bizimkilere de,
dağ gibi rüyalar, çığ gibi fikirler altında
hep iki büklüm ve soluk soluğa,
sözün yokuşuna, sözün doruğuna
tırmanmayı seven şiirlerimi.
ne zaman şairce bir saflıkla,
‘büyük insanlık ülküsü’ diye açsam ağzımı,
sözlerimi alıp götürüyor rüzgâr,
ta Ademle Havva’nın,
tanklardan, panzerlerden, insan safarilerinden uzak,
çapuldan, misyoner endişesinden uzak,
özgürce sevişip koklaştığı
ve cennetin, gökte değil,
yeryüzünde dolaştığı
o bahtiyar günlerde, dölleyerek
bilgi ağacının terennümleriyle sesimi,
günümüzden yüzlerce, belki binlerce yıl öteye,
insanlığın kanla süslü kabile yadigârlarından kurtulup,
şu düşmez kalkmaz devleti,
yıkılmaz kaleleri, aşılmaz kurumları,
şanlı orduları ve süslü bayrakları
kaf dağının öteki tarafında,
masalların zamanında bırakıp, nihaî erginliğe,
yeryüzü toplumuna, yeryüzü insanına
kavuştuğu günlere savuruyor.
yüzlerce, belki binlerce yıl, diyorum ya,
gözünü korkutmasın, bu, senin;
bin yıl dediğimiz süre, ebediyetin yanında
bir gün bile değil.
yüz yıl dediğimizse, bir günün belki
sadece kuşluk vakti.
ve yüz yıl ebediyete göre neyse,
yaşlı ebediyet de,
insanın çamuruna üflenen
tanrısal zamana göre öyle.
ve yıllar bana öğretti, öğrenmen gerekiyor senin de,
büyük düşünceler, büyük planları hilkatin,
çığ gibi yıkılmamak için başına insanlığın,
doruğundan aşağı, dağı tekrar tekrar dolaşan
fazla çiğnenmemiş patikalardan
inerler yamaçlara…
IV
çok acı çektin, Gazzeli Yusuf, oğlum, çok acı çektin
ve bu kadar acı için çok küçük bu ‘Filistin’.
dünyayı iste, bütün bir yeryüzünü,
duvarsız, tel örgüsüz, mayınsız
ve silahsız yeryüzünü, hepimiz için,
çok acı çektin, önce sen çığır bu türküyü!
göğsüne yaslayıp kulağını geleceğin,
önce sen duyur, bu yüceler yücesi ülküyü,
bu en büyük vuruntusunu aklın ve kalbin
ve bir amentüye dönüştür onu!
çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana, dönüştürebilirsin
dokunduğun her şeyi, her şeyi som altına,
hakkında konuştuğun ya da sustuğun
her fikri, her tezi gökçe bir manifestoya.
çok acı çektin, dönüştürebilirsin,
ip atlarken, sapan atarken ya da uyurken
beşikte, kaldırımda ya da yıkıntıların altında
can veren kardeşlerinin dudaklarında donan kıpırtıyı
büyük insanlık oratoryosuna.
dönüştürebilirsin yoksulların yakarışlarını
tanrının bütün evlerinde
dudaklarda ve yüreklerde kopan,
sonra dalga dalga büyüyen, yayılan
ve tankları, panzerleri önüne katıp götüren,
roketleri, obüsleri, havan toplarını,
insanın beyninden, kalbinden
ve dilinden büyük bütün silahları
ve silah tüccarlarını, silah çetelerini,
devletleri, kaleleri, kodesleri ve kafesleri,
kralları, emirleri, müebbet başkanları
önüne katıp savuran gül fırtınasına.
dönüştürebilirsin bütün acıları,
bütün duaları, bütün çığlıkları,
uyuyanların üstünü örten bir gül tufanına,
açları doyuran, küsleri barıştıran,
evsizlere ev, yarsızlara yar olan
yerle göğü insanın yüreğinde buluşturan
bir gül zamanına, gül umranına,
gül toplumuna, gül insanına.
V
çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana,
kimse hak etmiş olamaz senden daha fazla
ve hepimizin adına,
konuşmayı Tanrıyla da, tağutla· da!
konuş ve razı olma daha azına,
yeryüzünü iste, yeryüzünün bütün çocukları adına.
konuş ve razı olma, Gazzeli Yusuf, oğlum,
kapısına ‘Filistin Devleti’ yazılı
yeni bir toplama kampına!
bu ‘Devlet’ sözcüğü, ‘Bayrak’ merakı,
haritada gördüğün, bütün o
kanla sulanmış kemik tarlaları
gözünü kamaştırmasın sakın,
yolundan alıkoymasın seni!
o mezarlık parsellerindeki otlar, dikenler,
sınırın iki tarafından toprağa ekilen
gencecik Yusufların,
Yaseflerin teniyle besleniyor,
bunu unutma!
ve her iki taraftan ölenlerin, kucak kucağa
uyuduğu o sınırlarda
önlemek için kucaklaşmasını dirilerin,
dünyanın bütün açlarını on yıl boyunca doyuracak,
dünyadaki acıyı yarı yarıya azaltacak,
sevgiyi üç katına, belki beş katına çıkaracak,
karakolların yarısını tiyatroya, yarısını kafeye,
hapishanelerin yarısını sinemaya, jimnastik haneye
çevirmeye yetecek kaynaklar harcanıyor her yıl
kahrolası silahlara ve ruhsatlı katillere.
VI
razı olma sınır çekilmesine düşlerimize!
ne düşlerimize, ne başlarımıza,
ne dağlarımıza, ne taşlarımıza!
hepimizin adına sana verilmiş bir fırsat, bu,
razı olma, içerden kuşatılmasına da
dışardan kuşatılmasına da,
insan ruhunun
ve kapatılmasına bir mezar gibi
başka ruhlara, başka hayatlara,
başka oyunlara, başka oyunculara,
büyük düşlere, büyük düşüncelere,
büyük öykülere,
büyük serüvenlere!
‘kurtarıcı’larından çok çekti insanoğlu,
razı olma kurtarmasına seni kimsenin,
razı olma, kümese çevirmelerine ruhunu
‘kurtarıcı ve adamları’nın,
‘başkan ve adamları’nın,
‘kral ve adamları’nın!
doğduğun toprağı seversin, bunu anlarım…
ölünceye kadar emzirip seni
sonunda bağrına basan toprağı
elbette sevmen gerekir, bu sorulur mu,
en az ananı sevdiğin kadar hem de,
bazen daha tutkulu,
bunu anlarım,
ve ananın ismetine, toprağın namusuna,
ulusun onuruna gölge düşürmemek için de,
elbette ölmen gerekebilir, duraksamadan;
bu sorulur mu?
ama, ana sevgisi,
toprak tutkusu
ya da ulus övüncü
ya da bayrak saygısı… tamam, amenna!
ama biraz gösteri, biraz tapınma!
diyen olursa,
ben yokum bunda!
kutsallaştırarak örteriz çünkü,
ve mitleştirerek,
boşa harcadığımız değerleri.
vatanın bütün bir yeryüzü olsun,
Gazzeli Yusuf, oğlum,
bayrağın da gökyüzü senin
ve milletinse, ta Adem’den başlayarak
atan İbrahim gibi,
yolda onurluca yürümesini bilen
tüm adem oğulları.
VII
öyleyse dönüp bakma,
denizi yarıp geçtikten,
ateşi yarıp geçtikten sonra,
kutsal kalıplarla dökülmüş
altın buzağılara,
ipek, keten ya da pamuklu ikonlara
ve bezden küheylanlara!
bunca kurban verdikten sonra,
yalnızca Filistin’i değil, dediğim gibi,
yeryüzünü iste,
sınırlarla bölünmemiş dünyayı,
yerin ve göğün tamamını,
bütün çocuklar için,
bütün yoksullar için!
sınırların olmadığı,
akıldan, gönülden ve dilden başka silahın,
gülden başka merminin
kullanılmadığı,
yalnızca insanın insanı sömürmediği değil,
insanın insanı yönetmediği
dünyayı iste!
peygamberlerin yaptığını yap,
alçak sesle konuş
ve güç istemediğini söyle!
peygamberlerin yaptığını yap,
öleceksen uğruna özgürlüğün,
ne kral, ne melik, ne kayser, ne satrap…
tanrıdan başka mirasçı bırakma özgürlüğe!
çok acı çektin, çok acı çektirdik sana
hepimizin sınavı, bu;
ama sen başlat bu yolculuğu!
sen başlat, insanın önündeki
bu en büyük yürüyüşü,
zirveye doğru!
ve dağı aşmak için, saldırma dağa,
dağın çevresini dolaş,
çiçek toplaya toplaya!
VIII
düş, diyecekler, peşinen bilmen iyi olur,
hayal diyecekler,
ütopya, diyecekler, bütün bunlara.
herkesi dinle sonuna kadar,
ama dinlediğinle kalma,
devam et düş kurmaya.
önce alay konusu,
sonra köyün delisi,
sonra günah keçisi
olsan da aldırma,
devam et düş kurmaya.
düşlerini gece uykuda görenler
gündüzün unuturlar onları;
düşlerini gündüzün kuranlara gelince,
korkulur onlardan·,
kendini söküp yeniden yapmasını bilen
işte böyleleridir,
ve dünyayı değiştirmesini…
insanlık, düşlerin iyisini önüne,
kötüsünü arkasına alarak
yol alıyor düşlerin en büyüğüne,
en gerçeğine doğru.
herkesin iyiliği için büyük
ve yüksek şeyler tasarlayan
bir çırak, bir kalfa·
çıkarmak için üflemedi mi
kara balçığa,
kendi ruhundan, Yüce Sanatçı?
üfledi ve iyi düşler göre göre büyüdü,
o ilk müteal hücre.
büyüdü, bölündü
ve bölüne bölüne
cennete sığmayacak kadar çoğaldı.
çoğaldı ve akıllandı,
daha dipsiz düşler için
inerken yeryüzüne.
IX
silah kimin elinde olursa olsun, sonuçta
ölümü alıp satanların gücünü artırıyor.
yararı yok, bir daha, bir daha denemenin,
büyük aklın, arkasında bıraktığı yolları,
hurdalığa attığı küçük akılları,
çürük hamleleri!
en etkili savunma, sözgelimi,
saldırmak, der, sorsanız, bir silah tüccarına.
ne kadar tutarlı ve ne kadar akıllıca!
oysa, napalm ya da atom silahıyla yarışmak
sığmayacağına göre, ne insan onuruna,
ne yerin hukukuna, ne göğün töresine,
silahlardan arınmak değil midir,
en insanca savunma
ve bu yarışa zorlamak dostu da, düşmanı da?
hakikat gibi çıplak, cesur
ve samimi olmak yani,
hem barışma niyetinde,
hem barış çabasında!
bu durumda da insan ölebilir, kuşkusuz;
ölmek ya da yaşamak…
bugün ölmek
yahut elli yıl sonra,
elbette aynı şey değil, fark var aralarında;
ama iki ölüm de aynı hızla unutulabilir,
bütünün güzelliğine bir şey katmıyorlarsa eğer,
ölümün ve hayatın güzelliğine
bir şey katmıyorlarsa eğer.
XI
sonra, şu topluca ağlamalar,
dövünmeler, Yusuf, oğlum,
intikam yeminleri,
düşmanın resmini, büstünü,
postunu yakmalar meydanlarda,
ya da bayrağını…
acını paylaşmak isteyenler,
bunları yapmasınlar, diyemem,
çok ağır, çünkü, verdiği acı,
haklı olmanın yetmemesi
çocukların Gazze’de ölmemesi için.
taşınması zor ve yakıcı, bu gerçeğin.
ve ellerini yakıyor olmalı,
onu akıllarıyla değil,
elleriyle tutmaya kalkışanların.
ve közü tutar tutmaz da, hemen
bırakmaları gerekiyor, doğal olarak;
onunla bir şeyleri yakmaları
sonra tepinmeleri, üzerinde…
ve döküp saçmaları gerekiyor, bazen de,
içlerinde tutmasını bilseler
belki bir fikre, bir çareye
dönüştürebilecekleri
ateşli duyguları, ateşli tepkileri…
yapmasınlar diyemem, acın çok büyük.
ama bunlar, haklılığın gücünden çok,
senin ve dostlarının çaresizliğini
düşündürür düşmana, bence.
Ve Gazze bombalarla dövülürken
kameralarla, monitörlerle,
yanan Gazze’nin ışığında
gece piknik yapamaya gelen
İsralli sivillerin seyir zevkini artırır bir de.
ve sessiz kalmalarını haklılaştırır,
vicdanlarına serpecek su arayan
daha uzaklardaki seyircilerin.
belki daha yakındakilerin de,
Yakub’un öteki oğullarının yani,
Mısırlı, Ürdünlü, Hicazlı
‘üvey’ kardeşlerinin senin…
zafer, düşmanın resmini bulunca, resmini,
postunu bulunca, postunu,
kendisini bulunca da kendisini
yakmak değildir, sanırım, Gazzeli Yusuf, oğlum,
zamanın kapısını açmaktır, zafer,
zamanın kapısını açmak
özgürlüğün ve erdemin önünde,
herkes için ama, ayrım yapmadan,
düşmanların için de,
ve mümkünse onlarla birlikte…
düşmanına ölümü değil, hayatı götür;
böylece, yenilen düşmanın değil,
düşmanlık olsun;
kazanan da dostluk olsun,
ölüleri dirilten dostluk,
ne sen, ne bir başkası…
XII
bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,
zeytin ağacının, incir ağacının,
iğde ağacının içinden geçip,
sana getirsin sesimi!
bu keder ve umut taşıyan rüzgâr
Gazzeli çocukların ve annelerin
korkusuz, tasasız gezindiği
has bahçelerin içinden geçip,
sana getirsin sesimi!
bu rüzgâr, Musa’nın, İsa’nın,
Abu Salma’nın, Mahmut Derviş’in
Roni’nin, Kafka’nın, Edward Sait’in,
yeryüzüne ve gökyüzüne dağılmış
Filistinli çocukların içinden geçip,
sana getirsin sesimi!
bu rüzgâr Sabra ve Şatilla’da katledilen
Yakup’un, Yusuf’un ve Bünyamin’in,
Auscwitz’te yakılan Yakop’un, Yasef’in,
Ve Benjamen’in içinden geçip,
sana getirsin sesimi!
bu rüzgâr, yalnız Filistinlilerle kalmasın,
Serebzenitza’da, uygarlığın gözü önünde
binlercesi toprağa gömülen Bosnalıların,
Amerika’da kökleri kazınan Kızılderililerin,
Küçük Asya’da, yollarda kaybolan Ermenilerin
içlerinden geçip, küllerini, tozlarını
katillerin, azmettiricilerin,
suçu ve delillerini örtüp karartanların
yüzlerine, gözlerine savurup
sana getirsin sesimi!
kitapları karıştırdım, zamanın sayfalarını,
yerin ve göğün arşivlerini,
ölümün parmak izlerini, tozlu raflarda,
bulmak için yerini ve dengini
Gazze’de işlenen toplu cinayetlerin.
diyemem, rastlamadım, bu kadar vahşisine.
sicili çok kabarık çünkü, insanoğlunun,
atası Kabil’den beri, kırdığı kırkı geçmiş,
defalarca kırıp geçirmiş,
kardeşini, komşusunu ya da suç ortağını.
ona kendi zayıflığını, sefilliğini
ya da alçaklığını hatırlatan herkesi…
daha dün, Irak’ta, katledilen bir milyon Yusuf’u
unutmadım, unutur muyum hiç!
Cezair’de katledilen bir buçuk milyonu da,
Balkanlar’da, Vietnam’da, Çeçenistan’da,
Hiroşima ve Nagazaki’de olanları
unutmadım, unutur muyum hiç,
unutulur mu hiç!
siyahî Yusufları, renklerin en yusufunu,
Malcolm X’in, Martin Luther King’in,
Obama’nın atalarını unutur muyum hiç,
(ben unutsam bile, hatırlatır hemen
bana, torunum Mehmet Eren,
ya da ona vekâleten,
annesi ya da babası,
onun, Mountain View’deki
siyah tenli arkadaşlarını,
çekik gözlü arkadaşlarını,
buğday tenli arkadaşlarını.)
hepsinin içinden geçsin öyleyse,
hepsinin içinden, bu deli rüzgâr,
Başkan Obama’nın içinden
geçmeden gelmesin, sözgelimi,
onun kalbinin çevresinde
kırk kez dönüp dolaşsın, aklına geçsin sonra
ve aklını başına getirsin, Amerika’nın.
aklı başına gelince de,
üzerinden postunu çıkarıp, MGM aslanının,
süt dökmüş kedi gibi üç kere acı acı,
ve alçak sesle kükresin Amerika,
bütün bu olup bitenler için, insanlık adına
‘özür diliyor’ gibisine…
ve rüzgâr, bu filmden,
gözlerini silerek çıksın,
sana getirsin sesimi
kefeni, tabutu, mezarı olmayan kalender ölülerin,
benim vatanımdı, senin bayrağındı, ayırmayan,
aldırmayan akıllı delilerin,
ebedî gezginlerin, sürgünlerin,
büyük avarelerin içinden geçip
sana getirsin sesimi!
küflenmiş kitapların, küflenmiş kafaların
müzelerin, mumyaların ve mezarların
millerce uzağından geçip,
sana getirsin sesimi!
sokakta bir yangın, bir facia çıkınca
bazen şairler de fırlarlar ya,
şu benim yaptığım gibi, pijamayla sokağa,
işte bu yaşlı, kaçık şairin yüreğini de
terlik ve pijamayla, Gazze sokaklarını
gezdirip getiren bu şiirsever rüzgâr,
bu aklı başında gözükmeye çalışan,
ama gözyaşlarını tutamayan esinti,
elini kolunu sallayarak herkesin
girip çıkabileceği bu orta halli,
kalender, ‘esnaf işi’
şiirin içinden geçip,
sana getirsin sesimi,
Gazzeli Yusuf, oğlum!
EKLER
1
Gazze’de, dünyanın bu en güzel isimli şehrinde
sabah erken iş başı yaparken ölüm,
burada İstanbul’da,
dünyanın bu en yufka yürekli
ve sulu göz şehrinde,
çarmıhta çivi yarası gibi açılıyor
her gün sabahın gözü.
ve insanlığın körelen vicdanı gibi
kabuk üstüne kabuk bağlıyor
her gün akşamın yarası.
2
ölümün, tanklarla, roketlerle,
silahlı birliklerle talim yaptığı yerde,
asıl hayattır, provasını yapan,
daha geniş bir yol,
daha uzak bir ufuk açmak için
haklıların önünde.
3
tutmak için ağılda,
kurt korkusu içinde
alt alta, üst üste bir arada
kuzularını, Sion tanrısı,
başka vahşet kalmayınca yapacak,
gün gelecek tutup kendi kuzularını
birer birer boğazlayıp
yemeye başlayacak bu gidişle
ağıl kapısının önünde.
ve adına izrael denen
o ‘toplama’ kampında,
o ağılda tutuvermek uğruna,
gün gelecek, kendi gübrelerini
yedirtecek onlara.
o kuzucuklara acı, Gazzeli Yusuf, oğlum,
bilinen, bilinmeyen
bütün acıma biçimlerini öğren
ve bütün kuzuların Gerçek Sahibi için
o kuzucuklara acı!
Yakup oğlu Yusuf’un,
günahkâr kardeşlerine acıyıp da
kanat germesi gibi, mesela,
öykülerin en eskisi, en güzeli
ol Kıssa-yı Yusuf’ta…
4
bu kul işi, çömez işi risalenin,
benzetmek gibi olmasın, hani,
Gazzzeli dostum, ‘Fatiha’sı da şu:
kağıtları karalım ve dünyayı
yeniden paylaşalım, demiyoruz,
doğru koymalıyız davayı:
‘herkes, cennetten çalıp çırptığını’,
demeyelim de, hadi,
‘emanet aldığını’, diyelim,
çıkarıp masaya koysun,
varlığın kolu, kanadı,
ağzı, burnu, gözü, kaşı,
aklı, ruhu, yüreği,
özellikle de ciğerleri
kimdeyse,
çıkarıp yerine koysun…
ve hep birlikte, kardeşçe
yeniden oturalım, varlığın
cömert bir ev sahibi olarak
nimetler taşıyıp duracağı sofraya,
büyük insanlık şöleni için.
16 Ocak 2008
Cahit Koytak
Büyük sözlerden utanmıyordum henüz
Alnım kırış kırıştı daha o yaşta
Bir nalbant çırağı kadar sıkıntılıydım
Atların toynaklarını yonta yonta
Çöl gemileri yapıyordum
Uçan gemiler
Bej üstüne lacivert duygular
Bırakan ruhumda
Yelkenlerine su renginde atlar koşulmuş
İçimizin karanlığından türemiş
Sayısız hayaletin
Mağripli cinlerin isimsiz ifritlerin
Kum üstünde iterek yürüttüğü
Can sıkıntısı ve boğuk neşidelerle yüklü
Sahra gemileri
Kaleleri yıkan
Şehirleri ehramları yutan
Şiir sefineleri…
Cahit Koytak
Eğilip taş gemiden bakıyorum şimdi
Boz bulanık akşam saatlerinden geçen
Silinmiş istim almış – İskelede
Bekliyor gemi
Çelik kasların sabrıyla öyle masum ve davetkar
Bütün yükümüzü almaya hazır
Yüzlerimizi çukurlaştırın hüznü
Zırhlarımızı ağırlaştıran
Önce kuşlarımızı uçurup dallarımızı budayıp
Gövdelerimizi soyan
Sonra her boya uygun
Bir çarmıh mıhlayan.
Çarmıh mı dedim, bağırdım mı?
Bunu yolcular duydu mu?
Göğüslerine indirip kafataslarını
Mahzende uyuklayan şehirliler:
Mezar komşularımız
Beşkardeş vapurunun lahûtî figürleri
Şişko tezgahtarlar ebedi kızlar daktilolar
Terziler hünsa çıraklar simsarlar
Memurlar kahinler duahanlar
Gözlemci melekler
Ve öteki ruhaniler
Ufuktan belâlanmış kavimler geçiyorlar
Yoksul günümüzün dumanları içinde
Kaynıyor yukarıda kazan
Kaynıyor ve taşıyor – Melekler
Sirkeciye açılan sokaklara boşaltıyorlar onu
İnsan eti kokan ucuz otellerden
Piyango gişelerinden plakçılardan
Sızan cinneti
Yarı Bizans yarı taşra kılan akşamı
Bu borulara üflenen dakikalar
Kanallardan üst geçitlerden taraçalarda
Toprağın altından, ta yedi şehir aşağılardan
Sızan fışkıran akan şehirliler
Mezar komşularımız
Ne serin avlularda göç-ric’at hutbeleri
Ne inzarcı divaneleri kavmin
Ne de ‘şehrin ta ucundan koşarak gelen haberci Hiç biri
Uykunun karanfil kokulu
Şerbetiyle ıslanmış bıyıkları
Şehre inince küçülen omuzları
Ve sıkılgan elleriyle
İnsanın dayısına benzettiği
Köylüler de yok artık
Hepsi geminin karanlık mahzenine gömüldü
Topkapı minibüsleri yuttu onları.
Cahit Koytak
Nasıl da tükenmişiz biz yolcular
Mağrur perçemlerimizden tutulmuş
Göğüslerimiz kurumuş
Erimiş hançeremiz
Göz oyuklarımıza
Batan şehirlerin kumu dolmuş
Asık suratlarla geçiyoruz koridorları
Yorgun & inançsız
Gün batımının tabanıyla ezilmiş
Gözden çıkarılmış
Peygamber katleden kavimler gibi
Ve eriyip akıyoruz
Sulardan dışarı
Yorgun develerimizin
Biçimsiz atlarımızın üzerinde
Mağlup omuzlarımıza sitemle
Göğün ağırlığını indiren
Gözdağı veren
Meş’um çığlıkları içinde
Sahra kuşlarının
Cahit Koytak
Upuzun soluk günler
Artık ne gencim
Ne yeterince yoksul
Ne de yollara düşecek kadar budala
Ne olacağım Yarab!
O hercai bulut tepemde hala
Otuzyedi yaşındayım:
korkuyorum.
Cahit Koytak
Beni burda bırak bezirganbaşı
Kumun dikenin üstünde
Bir çığlık gibi yalnız
Susuz azıksız
Ve kervanını al götür
Hülyalı şehirlere
Büyük yaraları çünkü
Küçük çareler işletir
Ve belki som umutsuzluk
Kurtaracaktır beni
Arzular uğramayacak burada
Kurumuş cesedime
Ne aklın ifritleri
Ne güzel sözlerin büyüsü
Ve çöl rüzgarının yakıcı nefesinden
Öğreneceğim bir gün:
Ne istiyorum?
Ve kimim?
Cahit Koytak
Ferisiler, senin elinle her yerde
İsa’yı çarmıha geriyorlar, Amerika;
Sen de, utanmadan seyrediyorsun olanları
Yüzünü gizleyerek lobide, gazetenin arkasında.
Gergedan derisinden mi yüzün senin,
Fil derisinden mi, nedir?
Kör müsün, sağır mısın yoksa, sen Amerika?
Kuyu diplerinde kervan bekleyen
Genç kardeşlerinin ve uzak kuzenlerinin
Yeniyetme demokrasi taleplerine
Hesapsız kol kanat geren
Bir Kenanlı Yusuf olabilirdin oysa
Kahire’de, Gazze’de, Dimeşk’te
Ve dünyanın her yerinde, sen Amerika.
İnsanlığın büyük şiirine,
Bahar Rönesansına ilham taşıyan
Gazzeli Musa’ya, Mısırlı İsa’ya,
Humuslu Muhammed’e,
Ve bu kervana katılmak için, çocukluğu
Geciktikçe geciken bütün Bünyaminlere
Kol kanat gerebilirdin oysa, sen Amerika;
Ama kalkıp onurunu, vicdanını
Ve kısacık tarihinin bütün müktesebatını
Yakup’un evine kanlı gömlekle dönen
Üvey kardeşlere oynamayı seçtin sen
Ve kaybettin işte gökçe borsada;
Gömleğin önden yırtık senin, Amerika
Ve yüzün tanınmaz halde tırnak izinden.
Genç de değilsin artık, genç de değilsin.
Orta yaşlarını yaşamadan ihtiyarladın çünkü.
Çökerttiler seni silah baronları,
Çökerttiler petrol kralları, borsa timleri,
Aldattılar seni, aldattılar,
Çuval geçirdiler ruhuna, CIA’lar, NSA’lar
Ve Babil Kulesinin bütün öteki cinleri;
‘Demokrasi, demokrasi, demokrasi! ‘ diyerek
Çocuk pornosu satıyorsun şimdi
Ve ölü pornosu, yaşlı Dünyaya.
Bu kadar mı düştün?
Hep mi böyleydin yoksa?
Tüh sana, Amerika,
Tüh sana Amerika, tüh sana!
16 Temmuz 2013
Cahit Koytak
Yiğite yiğit olmak yaraşır,
Yiğitlik taslamak değil, Han’ım!
Yiğit olmak da, pusatsız adem yanında
Pusatından hicap duymaktır,
Palanın ucunu göstermek değil, şahbazım!
Budur töresi, bahadırlığın.
Silahı omzundayken yiğidin,
Obanın seçilmiş beyleriyle
Ya, ana bir, baba bir kardaş gibi,
Yolu bir, izi bir yoldaş gibi danışmak,
Ya da taş gibi susmak
Düşmez mi, yiğide?
İki kardeş dilleşirken meydanda
Birine gözünü kırpman,
Hee, deyip cesaret vermen,
Ötekine hançer göstermen
Sığar mı bahadırlığa?
Diyelim ki, edepli edebinden,
Yüreksiz korkusundan pustu da
Sesini kısıverdi bugün;
Sessizliğin çığa dönüşüp yarın
Tepene inmesinden korkman mı?
Diyelim ki, bugün kılıcın zoruyla
Köylüye hükmün geçirdin,
Kapıları kapadın, yolları kestin,
Obanın başına da, deli Hatçenin
Bez bebeğini diktin Han diye;
Peki, gülmekten kırılmaz mı buna,
Komşu köylerin kızları, kızanları?
Gülerse kime güler el, gülerse kime
Güler yolda yolcu, mezarda ölü
Ve ana karnında daha doğmamış bebe?
Köyde bir yangın çıktı diyelim,
Kundakçıyla bir imecen yoksa, korucu başı,
– Ki bu elbette düşünülemez –
Dişini gıcırdat, saçını yol, tamam!
Ama, uyar mı, koç yiğitliğe
Tutup karargâhı köye indirmen?
Sana dağda kovalamak düşmez mi
Çakalı da, domuzu da, eşkıyayı da?
Beş tuğlu bahadırları da katıp yanına
Kırk yıllık itfaiye çavuşu gibi
Senin yangın yerinde işin ne?
Hadi bunu da geçtik, “Başka yerlerde, başka
Yangınlar da çıkar haa! ” diye konuşuyorsun;
Oldu mu şimdi, a Han’ım? Sormalı değil mi ama,
Kundakçının niyeti başka nedir ki,
Dedirtiverip bunu havasa
Ortalığı telaşa vermek değilse?
Cahit Koytak
akşamüstü oturmuşum bahçede,
ceviz ağacının altında.
şakirtleri göndermişim;
testiyi bir dikişte yarılamışım;
sonra almışım udumu kucağıma…
parmaklarım gezinirken tellerinde, çalgının,
bekliyorum zekânın, sezginin, bilginin,
akşamları evlerine dağılan yapı ustaları gibi,
hesabı, hendeseyi bırakıp, birer birer seslere,
nağmelere geri dönmelerini.
bekliyorum, gelsinler de döksünler içlerini;
söylesinler, bugün de, dünkü gibi,
hayyamın elinden avucundan,
tüylerinin, kemiklerinin ucundan
süzülüp aktı, süzülüp aktı da zaman,
avunsun diye ona,
bu bir testi şaraptan,
bu karnı oda doymayan udtan
ve hüzün üstüne hüzünden, ah üstüne ahtan
başka ne kıydı, ne bıraktı?
ah, bu rüya gibi vadi, bu bahçe, bu havuz!
bu ezgi kulakta, bu şarap damakta,
toy düğün gecesinden kalan!
bu tan yeri cömertliğinde körpe sine,
bu alev gibi yakan dudaklar,
ah, bu tatlı baş dönmesi!
avuçlarımın arasında tuttuğum bu biçimli baş,
bu benzersiz güzel gözler,
bu güzel, bu derin, bu zeki…
bunların hepsi, ey Kader, gel gör ki, bunların hepsi,
kıyılarımızı döven bu dağ gibi varlık dalgaları,
bir damla ölümün yanında ne ki?
anlımıza vurduğun o kuzgunî tuğra yanında,
gözümüze sokmak için değilse onu,
bu çarşaf çarşaf beyazın hükmü ne, Nakkaş?
kopan telden çıkan o bed tınlamanın,
o tek vuruşluk hoyrat lahnin yanında
bunca neşidenin hükmü ne, Çengî?
o bir yudumcuk zehir zıkkım hamrın yanında
halis üzüm şurubuyla dolu bu kesme cam sürahinin,
koca kâinatın hükmü ne, Meyhaneci?
sorası tutuyor işte, aptal mı aptal aklın!
o sorunca da, kafası karışıyor böyle, keyfi kaçıyor,
ödlek mi ödlek nefsin, bedbin mi bedbin
yüreğin!
Doymadım size, doymadım,
Bahçemin ağaçları, bahçemin çimeni, çiçeği,
Bahçemin dikenleri, doymadım size,
Duvarlar, çitler, kayrak taşları,
Kayrak taşlarıyla konuşan çeşme…
Bazen rüzgârın uğultusuna karışıyor,
Bazen ağustos böceğinin teranesine
Büyük Bahçıvan’ın beni çağıran sesi,
Eylülün sarı yaprakları çağırması gibi
Ve gecenin, sarhoş kelebekleri…
Bir bahçe mi olsam, gittiğim yerde?
Yalnızca bir ağaç mı pınar başında?
Mor renkli bir güz çiçeği mi,
Gök rengi bir yaz çiçeği mi yoksa?
Hiç biri değil, hiç biri belki!
Bir şarap testisi olsam, bir şarap testisi,
Tıpkı böyle bir bahçede,
Tıpkı böyle bir ceviz ağacının altında
Sızıp kalan bir bahçıvanın
Boynuna sarılıp ağladığı bir şarap testisi!
Cahit Koytak
tam bir balerin gibi değil, değil de hani,
kum tepesinin çevresinde
parmak uçlarına basarak dönen
bir hortum gibi giriyor
erken çocukluğun peşinden
sahneye, sessizce, Zaman;
yeterince hızlanınca duruyormuş gibi
gözükebiliyor göze;
ama, bize hissettirmeden
sahiden yavaşladığı da oluyor bazen
ve bir ileri, bir geri,
yerinde saymaya başladığı…
böyle yaparak, fani ve hüzünlü olana
alıştırmak istiyor olmalı bizi;
hokkabaz gibi hoplayıp zıplıyor çünkü,
yerlerde yuvarlanıyor
ve toz duman içinde bırakıyor çoğumuzun
içini, dışını, aşklarını, düşlerini.
bu yüzden, git git, rolleri birbirine
karıştırmaya başlıyor insan:
onunla düşen kalkan, sevişen, didişen,
yolunu bazen bağa bahçeye,
bazen çöllere çıkaran, yazgı mı,
zaman mı, aşk mı, ölüm mü?
en sonunda da kullandığı yüzleri
unutturabiliyor ona
girdiği oyunları, verdiği replikleri,
yaşadığı çağı,
yollarında yaşlandığı gezegeni,
içine inen meleği: kanatlı yalnızlığı.
Cahit Koytak
dikkat et a ruhum, dikkat et, dikkat
şairler yerce bir sözü,
göktenmiş gibi
satmak istediklerinde,
onu kanatlarının büyüklüğünden
yerde konacak yer bulamayan
Zümrüdüanka gibi
göstermesini iyi bilirler, iyi.
Cahit Koytak
insan ne taştan, ne tahtadan, ne ottan,
ne buluttan yaratılmıştır;
insan kelimelerden yaratılmıştır;
seslerden, susmalardan, imalardan:
konuşmaktan, konuşmaktan, konuşmaktan…
insan gülmekten, ağlamaktan,
sabah akşam hem kendine, hem Tanrı’ya
sebepli, sebepsiz yakınmaktan,
mızırdanıp durmaktan yaratılmıştır.
korkulardan, kuşkulardan, kuruntulardan;
biraz umuttan, biraz tutkudan, bolca rüyadan,
onmayan, uslanmayan meraktan,
azıcık akıl, azıcık fikir, azıcık izan
ve çokça duygudan yaratılmıştır;
bir çuval bilgiden, bir atım bilgelikten,
icazetli ve icazetsiz bilgiçlikten
ve körlükten, kör kütük cehaletten;
dar kafalılıktan, düz kafalılıktan,
sevimli ve sevimsiz mankafalılıktan…
hakikat karşısında domuzuna inattan,
soyuna, türüne, kendine körce yapışıklıktan,
ve tanrılık taslamaktan ötekine küstahça;
ama kuzu gibi de uzatmaktan boynunu
–altın tasmasıyla caka satarak hem de-
kasabın bıçağına ahmakça.
insan işte bunlardan, bunlardan yapılmıştır
ve kendini aldatmaktan sürekli,
kendini kaybedip, kaybedip, bir daha, bir daha
ve bir başkası olarak keşfetmekten çok defa…
ama insan, bu uyurgezer göktaşı, bu yeraltı ırmağı,
bu, kabukların, katmanların altında akan…
kendini bilmekten yaratılmıştır, aynı zamanda,
kendini bilmekten ve kendisi olmaktan
bin bir kılık, bin bir oyun, bin bir rüya içinde…
bir ölçek özgecilik ve bir ölçek adanmadan,
bir ölçek düşünmeye ve sevmeye cesaretten
ve ölçüsüz, hesapsız muhabbetten,
bildiğimiz, kara buğday unundan yani;
sevgiden, sevgiden, şu, suda eriyen taştan,
su gibi, şeylerin ve tenlerin künhüne sızan
ve girdiği kalbin şeklini alan…
bir de, tanımlanabilen ve tanımlanamayan acıdan,
yol azığı, yol bilgisi, yol türküsü olan acıdan,
suda eriyen ve erimeyen kederden ve ezinçten.
ve bütün bunları, bunları bilmenin,
bunlarla var olmanın verdiği
ağır başdönmesinden yaratılmıştır insan,
büyük ve içkin sarhoşluktan,
büyük ve aşkın uyanıklıktan…
balçığın terkibinde işte bunlar, bunlar ve daha
bunlar gibi, bin bir dağdan toplanıp imbiklenmiş,
otuydu, köküydü, çiçeğiydi,
varlığın bin bir çeşidi vardır.
bunlar var olduğu için de
balçığın tadı acı,
rengi esmer,
tavrı lüzucetlidir.
Cahit Koytak