Menüler kısmından ayarlayınız.

Hikayeleri-Düğün Hikayesi…

Düğün Hikâyesi

Bir gece mahallemizde düğün vardı. Konu-komşu herkes oraya toplan­mıştı. Çalgıcının sesi, mahalleyi aşmış; âşıkların inlemeleri, göklere ulaşmıştı. Ayyüzlü, sevgili bir arkadaşım vardı. Düğünü kastederek ona; “Aziz dostum, niçin bu toplantıya arkadaşlarla birlikte sen de gelmiyorsun? Gelirsen mec­lisimizi mum gibi aydınlatırsın.” dedim. Yüzüme bakıp, gülümsedi ve; “Dos­tum; erler kadar sakalın yoksa, onların yanında oturman erlik sayılmaz.” diye karşılık verdi.

Henüz sakalı çıkmadan ar damarı çatlayan ahlaksız bir çocuktan daha re­zil kimse yoktur. Öyle soysuzdan kaçmak gerek. Çünkü namertliği, erkekli­ğin onurunu kırmaktadır. Sarhoşlarla düşüp kalkan çocuğun babasına, artık oğlundan hayır gelmeyeceğini şöyle. Boşu boşuna acımasın çocuğuna, Çünkü huyu babasına çekmeyen çocuğun, babasından önce ölmesi daha hayırlıdır.

 

Güzel Yüzlülerden Sakınma

Ev yıkıcı dilber, seni mahveder. Evinin mamur olmasını istiyorsan, evlen. Her sabah karşısında başka başka bülbüller gören güle heves etmek doğru ol­maz. Bunun gibi, her meclise mum olan sevgilinin de etrafında pervane gibi dolanıp durma. İyi huylu, yaratılıştan güzel bir kadın, yeni yetme gence ben­zer mi hiç! Kadın dediğin bir gonca güldür ve onu ancak tatlı dil güldürür, oysa yeni yetme gençler öyle mi! Aksi, inatçı ve sert olurlar, öyle ki taşla bile kırılmayan ebucehil karpuzuna benzer onlar. Gençlerin iki yüzü vardır: İlki, cennet hurisi gibi güzel olurlar; diğeri ise; aynı zamanda şeytan kadar kurnaz. Bu yüzden dikkat et onlara. Ayağını öpsen, minnet etmez; yoluna toprak ol­san, umursamaz. Gönlünü, bir gence kaptırmışsan şayet; başında akıl, elinde para kalmamış demektir. Başkalarının çocuğuna kötü gözle bakma ki, onlar da senin çocuğuna kötü gözle bakmasın.

 

 

Köşeye Çekilmenin Selâmeti

Dünyanın cefasından kurtulmuş bir insan varsa bu dünyada; o da, halka karşı kapısını kapamış olandır. İster ikiyüzlü olsun, ister dürüst, halkın dilin­den kimse kurtulamaz. Melek gibi göklere uçsan da, kötü fikirli biri gelir, ete­ğine sarılır. Çalışıp çabalamakla Dicle’nin suyunu kesersin de kötü fikirlinin dilini bağlayamazsın. Birtakım namussuzlar toplanıp; “Filanca kuru sofudur, falanca ekmek düşmanıdır.” diye dedikodu ederler. El-âlem, varsın seni hiçe saysın; yine de sen, Hakk’a tapmaktan vazgeçme. Yüce Allah, kulundan razı olduktan sonra bunlar razı olmasınlar, ne önemi var! Halkın fenalığını düşü­nen kimse, Allah’ın varlığından gafildir. Çünkü onun bunun kavgasını etmek­ten, Hakk yolu tutamamıştır.

İşte bunun gibi, ilk adımda yanlış yol tutanlar, yollarım doğru makamlara ulaştıramazlar. Bir sözü iki kişi dinler; biri melek suretli, diğeri şeytan suratlıdır. Biri, o sözü öğüt bellerken; öteki, bunu beğen­mez, kusur aramaktan buna kulak vermez. Kapkaranlık yerde çaresiz kalmış bir insan, dünyayı parlatan güneşten ne anlar! İster aslan ol, ister tilki; ister yi­ğitçe davran, ister kurnaz; halkın dedikodularından kurtulamazsın. Sohbete pek tahammülü olmayan biri, tutup halvet köşesine çekilse; “Yaptığı iş riyadır, hiledir ve o, insanlardan kaçan şeytan gibidir.” derler. Bununla da yetinmeyip güleryüzlü, sıcakkanlı adamı, namuslu veya takva sahibi olarak görmezler ve bu kez de; “Dünyada Firavun varsa, odur!” diye çekiştirerek zenginin derisi­ni yüzerler. Yoksulun biri, yana yakıla ağlasa; “mutsuz, uğursuz!” derler. Öte yandan yoksul, sıkıntı içinde kalsa; uğursuzluğuna, mutsuzluğuna yorarlar. Gönlünce yaşayan biri düşkünleşse bunu ganimet bilip Allah’ın fazlı sayarlar ve pişkince, Bu mevki, bu azamet daha ne kadar sürecekti? Elbette hoşluğun ardında nahoşluk vardır” diye onu kötülerler.Eli yufka, sermayesi az birinin hali vakti düzelse ona karşı zehirli dişlerini gıcırdatırlar; “Zaten bu alçak dün­ya, soysuzlara yâr olur!” derler. Elinde bir iş görseler; “Şuna bak! Ne kadar da hırslı, açgözlü, dünyaya tapıcı.” diye seni kınarlar.

Beri taraftan elini işten çe­kip gayretini kessen; dilenci tabiatlı, mirasyedi olduğunu söylerler. Güzel söz söylersen, saçmalarla dolu bir davula; susarsan, hamamdaki nakşa benzetirler seni. Başkalarına tahammül edenleri, korkaklıkla suçlayıp; “Zavallı, korkudan başını kaldıramıyor.” diye düşünürler. Yiğitlik sevdasında olan heybetli kim­selerden, “Bu ne biçim deliliktir?” diye kaçarlar. Az yiyenleri, “Yemeyenin yiyi­cisi olur” diye hor görürler. Çok yiyenleri; “Midesinin kölesi, pisboğaz.” diye aşağılarlar. Hali vakti yerinde olduğu halde, zengin gibi giyinip kuşanmayan birine, kendini bilenlerin nazarında süs ayıptır oysa, kılıç gibi dil uzatıp; “Şu bahtsıza bak, parayı kendisinden bile saklıyor.” derler.

Tersini yapsa yani köş­künün kemerini nakışlatıp güzel giyinse bu sefer de; “Kadın gibi süsleniyor” diye onunla alay ederler. Seyahat etmemiş âbidi, gezgin arkadaşları adam ye­rine koymaz ve; “Karısının kucağından ayrılmamış. Onda hüner, akıl, fikir ne gezer?” diye utandırırlar. Cihan görmüş olanın ise; “Eğer başı dönük, talihi ters biri varsa, odur. Devletten birazcık nasibi olsaydı, felek onu şehir şehir dolan­dırmazdı.” diye derisini yüzerler. Ayıp ve kusur arayan; “Onun yatıp kalkma­sından yer bile incinir.” deyip bekan kınar. Adam, evlenecek olsa bu defa da; “Nefsine uydu da, eşek gibi boynuna kadar çamura saplandı.” derler. Öfkeyle kalkan ya sersem, kara fikirli olur ya da başkalarının yüküne katlanır. Böylesini haysiyetsiz diye çağırırlar. Cömerde gelince; “Yeter dağıttığın! Yarın bir elin önünde, bir elin ardında kalacak” diye ona yol gösterirler. Kanaatkar ve tu­tumlu olan insanlar bile kurtulamaz gammazların dilinden, onun için de; “Bu alçak da dünyayı hasretle bırakıp giden babasına dönecek.” derler.

Kısası; ne çirkinler, halkın cefasından kurtulabilir; ne de güzeller, çirkin sözlü alçakların elinden. Selâmet köşesinde kim oturabilmiş ki? Peygamberi­miz bile halkın fenalığından kurtulamadı. Ve hatta densiz, alçak, putperest­ler o kadar ileri gittiler ki; eşi, benzeri ve ortağı olmayan Allah için, neler de­mediler!

Arkadaş; gördüğün gibi insanların elinden kurtulmak ne mümkün! Bir kez dile düştüysen şayet, tek çıkış yolun var, o da sabretmek!

 

Peltek Genç Hikâyesi

Hünerli, akıl-fikir sahibi bir genç vardı. Vaaz vermekte usta ve etkiliy­di. Adı iyilikle anılan, gönül sahibi bir âbitti. Yüzünün hatları, el yazısından daha güzeldi. Yalnız -lügatte kuvvetli, nahivde pişkin olmasına rağmen- ebced sözünü doğru söyleyemezdi. Çünkü dilinde tutukluk vardı ve nokta­lı harfleri çıkaramıyordu. Bir gün, gönül erlerinden birine; “Filâncanın ön diş­leri yok!” dedim. Ben böyle deyince o mübarek zatın yüzü kızardı birden ve; “Bir daha, öyle fena şeyler düşünme. Sen onun yüzüne bakıp sadece bir ayıbı­nı açığa vurdun. Bu kadar hünerine karşı akıl gözün de mi kapalı?” diye beni uyardı.

İyiyi gören kimseler, gerçeklerin meydana çıkacağı gün, asla kötülükle karşılaşmayacaklardır. Üstün dereceli, hünerli, akıl ve irfan sahibi bir adamın ayağı önemsiz bir ayıpla itibardan kayarsa, bu kusur için ona cefa etmemeli­sin. Bak, bilgeler ne de güzel söylemiş; “İyisini al, kötüsünü bırak!”

Ey akıllı adam! Gül bile dikeniyle beraberdir. Dikeni bırak da, gülüne bak. Tavus ayağındaki kusur, her insanda vardır. Ey donuk yüzlü, önce kalbi­ni parlat! Kararmış ya da paslı ayna, bir şey göstermez. Azaptan kurtaracak bir yol ara kendine, parmak basmak için kusur değil!

Ey alçak herif! Başkalarının ayıp ve kusurlarını görmekten kendi kusur ve ayıplarını göremez oldun. Kendi kabahatim bildikten sonra kabahatinden dolayı ne diye başkalarına sopa atıyorsun! Kendi hatalarını geveleyerek düzel­tirken, başkalarına sertlik göstermen doğru olmaz. Kendine yapılmasını iste­mediğini, sen de başkasına yapma. Yani kötülük sana hoş gelmiyorsa yapma ve ondan sonra komşuna; “kötülük etme!” diye öğüt ver. Ben ister hakkıyla Hakk’a tapayım, ister gösteriş yapayım; dışım sana, içimse Allah’a açıktır. Bak­tın ki dışım, takva ile bezenmiş; sen artık gerisine karışma. Yaptıklarımı -güzel ya da çirkin- senden iyi bilen yaratıcı vardır. Kişinin kötülüğünü cezalandır ki, yaptığın bu iyiliğe karşılık seni mükâfatlandırsın. İster iyi olayım, ister kötü, bana karışma. Çünkü kârımın da, zararının da hamalı benim. Allah, temiz in­sanların bir iyiliğine on kat sevap yazar. Bunun gibi, çocuğum sen de, bir hü­nerini gördüğün kişinin on ayıbını gizle. Basit bir kusuru parmağına dolayıp koskoca fazilet dünyasını hiçe saymak, akıl kârı değildir!

Sadî’nin şiirine nefretle, kapkara kalbiyle bakan düşman, yüz tane latif nükteye kulak vermez de, küçük bir kusur gördü mü, hemen basar yaygarayı. Kıskançlık, iyiliği gören gözlerini çıkardığı için böyle yapar. Âdem’i var eden Yüce Yaratıcı; insanların kimini siyah, kimini beyaz; kimini güzel, kimini çir­kin yaratmıştır.

Her gördüğün gözle kaş, güzel olamaz. Sen fıstığın içini ye, kabuğunu at.

 

Yaradılış Sanatı

Allah’ın sanatıyla bir parmak, kaç eklemden meydana gelmiş, baksana! O halde onun sanatının bir harfine dahi parmak uzatman, ahmaklık ve deli­lik olur. İnsanın yürüyebilmesi için Allah, kaç kemiği sinirlerle bağlayıp bir­leştirmiş, düşünsene! Topuğun, dizin ve ayağın hareket etmedikten sonra bir adım bile atamazsın sen. Belindeki omurga kemiği tek bir parçadan yaratılma­dığı için, secdeye varmak insana zor gelmez. Allah, senin gibi çamurdan bir vücudu meydana getirmek için iki yüz kemiği birbirlerine eklemlemiştir. Güzel dostum; vücudun, ülkeye benzer. Damarlar ise, üstünde akan üç yüz alt­mış ırmak. Yüce Yaratıcı; gör, duy, düşün ve öğren diye başına; göz, kulak, akıl ve fikir hasletlerini verdi. Vücudun diğer organlarını, kalple süsledi; kalbi de, ilim ve irfanla bezedi.

Hayvanlar yüz aşağı yani hakir olarak yaratıldı. Oysa sen elif gibi ayak­ta yürüyorsun. Onlar bir şey yemek için başlarını aşağı doğru indirirken; sen, izzetle yemeğini önüne getiriyorsun. Bu kadar yüce vasıflarla donatılmışken, ibadetten başka bir şey için baş eğmen doğru olmaz. Allah ihsan buyurdu, sana saman yerine güzel yiyecekler verdi. Hayvanlar gibi otlamağa mecbur et­medi seni. Şu var ki; bu güzel şekle aldanma sen, iyi huylar edinmeye çalış. İnsana doğru boy değil, doğru yol gerek. Çünkü kâfir de sırf suret açısından bize benzer. Akıllıysan; sana göz, ağız ve kulak verenin emrinden çıkma. Düş­manını taşla ezdin diyelim; sakın ha, cahillik edip de dostunla savaşma. Min­net bilen, akıl sahibi insanlar; nimeti, şükür çivisiyle çakarlar.

 

Yaratıcıya Övgü

Yüce Allah; geceyi, rahatın; gündüzü, çalışman için yaratmıştır. Geceyi, ay; gündüzü, güneş parlatır. Güneş ışınlan, sana bahar yaygısı seren bir ya­taktır. Rüzgâr, kar, yağmur ve bulut; bulutlan kamçılayan gök gürültüsü, kılıç sallayan şimşek, Allah’ın emriyle, senin toprağa attığın tohumu beslemek için çalışıyorlar. Susuz kalırım diye telaşlanma hemen. Bulut sakası, omuzlarında sana su getirecektir. Yüce Allah; gözün açılsın, damağın hoş olsun, gönlün hu­zur bulsun diye topraktan renkler, kokular, yiyecekler çıkardı. Andan bal, ha­vadan kudret helvası, hurma ağacından hurma, çekirdeğinden hurma ağacı vücuda getirdi. Öyle ki süs ve gösterişe merak salanlar; “Böylesine muhteşem bir süsü, Yaratıcı’dan başka kimse yapamaz!” diyerek hayret duygularını kuşa­nıp ellerinin tersini ısırdılar. Güneş, ay, Ülker; senin sarayının tavanında etrafı­nı aydınlatan kandil olmuşlardır. O; senin için dikenden, gül; ceylan derisin­den, misk; maden ocağından, altın; kuru daldan, taze yaprak çıkardı. Mahrem iş, yabancıya bırakılamayacağı için, gözlerini, kaşlarını kendi eliyle nakşetti.

Kullarını böylesi naz ve çeşit çeşit nimetler içinde besleyen Yüce Yaratıcı, her şeye güç yetirir. Yüce Allah’ın şükrünü yerine getirmek, sadece dilin işi de­ğildir. Bilakis insan, canı gönülden bütün azalarıyla ona şükredebilmelidir.

Ya Rabbi! Bana verdiğin sonsuz nimet karşısında aczimi bildiğim için hu­zuruna yüreğim kanlı, gözlerim yaralı bir halde çıkıyorum; kabul et. Yeryüzündeki yırtıcılar, karıncalar, balıklar bir tarafa, gökteki sayısız melek bile, sana lâyık şükrün binde birini ifa edemez.

Sadî! Elini çek, defterini kapa ve sonu olmayan bir yolda koşma.

 

Nimetleri Tanıma

Hiçbir kimse sıkıntı ve eziyet çekmedikçe iyi günlerin kıymetini bil­mez. Kıtlık yılında yoksulun geçirdiği kış, varlıklı insana ne kadar kolay gö­rünür. Sağlıklı adam, iniltileri yüzünden geceyi uykusuz geçirmediği müddet­çe Allah’ın bu nimetine şükretmez. Mademki erler gibi yürüyor ve ayaklarının çevikliğine güveniyorsun, bunun şükür ifadesi olarak ağır ağır gidenlere katlanman gerekmez mi! Gençler, ihtiyarlara; güçlüler, zayıflara acımalıdırlar. Ceyhun kıyısında yaşayanlar suyun kıymetini nereden bilecek? Sen bunu asıl, kızgın güneş altında kervandan geri kalana sor. Dicle kenarında oturan Arap, Zerûd çölünün susuzlarını düşünür mü hiç! Sağlığın kıymetini, bir zaman sıtmayla eriyen kimse bilir. Sen ki; yatağında nazlı nazlı bir yandan öbür yana dönüyorsun. Karanlık gece, sana niçin uzun gelsin! Sıtmadan kıvrananları dü­şün; gecenin uzunluğunu ancak hastalar bilir.

Davul sesiyle uyanan efendi, bekçinin geceyi nasıl geçirdiğini bilir mi hiç!

 

Sarhoş ile Fakîh Hikâyesi

Fakîhin biri, yıkılıp yerlerde yatan bir sarhoşun yanından geçti. Kendi takvasıyla gururlanarak, sarhoşa bakmadı. Bunun üzerine sarhoş, başını kal­dırıp; “Güzel dostum; gurur mahrumluk getirir. Nimet içinde olduğun için Allah’a şükretmeksin. Birisini zincirde gördüğün zaman gülme çünkü sen de ansızın o zincire yakalanabilirsin. Nihayet yarın sen de benim durumuma dü­şüp sarhoşluk içinde yıkılabilirsin.”

Ey müslüman, felek senin yazını mescide yazmış. Kilisede bulunanları kötüleme. Beline kâfir zünnarı bağlamadığı için Allah’ın karşısında samimi­yetle el bağlamaksın.

Allah’ı arayan kişi, kendi kendine yürümez; dostun lütfü onu zorla çeker götürür. Zira yardım ve başarı ancak Allah’tandır.

 

Sandal Hikâyesi

Binsi, beyninin üzerine çelik bir gürz darbesi yedi. Bir başkası da ona; “Ağrıyan yerine sandal sür!’ diye öğüt verdi.

Tehlikeden kaçabildiğin kadar kaç. Fakat kaderle pençeleşmeğe yeltenme sakın. İnsanın içi, yiyip içecek şeyleri kabul ettiği müddetçe; dışı, taze ve diri görünür. Ancak mizaçla yiyecek uyuşmadığı takdirde, bu ev harap olur. Se­nin mizacında yaş, kuru, sıcak ve soğuk vardır, insan bu dört unsurdan mü­rekkeptir. Bunlardan biri, diğerini bastırınca tabiatın itidal terazisi kırılır. Eğer nefesin soğuk rüzgârı geçmezse, midenin harareti cam feryada sürükler. Mide çömleği yemeği pişirmezse, nazlı vücudun dengesi bozulur. Akıl ve irfan sa­hipleri, bunlara gönül bağlamaz. Çünkü bunlar, birbirleriyle her zaman uyuş­maz. O halde vücudun kuvveti yemekten gelir sanma. Onu veren, Allah’ın lütfudur. Allah rızası için, gözünü kılıca, bıçağa tutsan dahi, gene onun şükür borcunu yerine getiremezsin. İbadetle yüzünü yere koyduğun zaman Allah’a Şükret, kibirlenme. Tespih, zikir, huzur, bunların hepsi dilenciliktendir ve di­lenciye gurur yakışmaz. Yüce Allah’a ibadetle hizmet ediyorsun diyelim. Ede­ceksin tabi, çünkü daima onun nimetini yiyorsun.

 

Dil ve Kulak Kapısı

Allah önce kalbine istek verir, kul ondan sonra eşiğe baş koyup ibadete başlar. Allah muvaffak kılmadıkça kul, başkalarına iyilik edebilir mi hiç! Sen dilin ikrarına bakma, dile söyleme kudretini kim verdi, ona bak. Göklere ve yere açılan marifet kapılan âdemoglunun gözleridir. Allah, senin yüzüne bu kapılan açmasaydı, inişi yokuşu fark edemezdin. Allah, yoktan baş ve el yarattı.. Birine cömertlik, öbürüne secde verdi. Öyle olmasaydı; el, nasıl cömert­lik edecek; baş, ne diye secdeye gidecekti! Allah, gönül sandığının anahtarı ol­sun için, hikmetiyle insana dil ve kulak verdi. Dil söylemeseydi; kimse, kim­senin gönül sırrını anlayamaz; kulak casusu çalışmasaydı, akıl sultanına haber ulaştırılamazdı. Bana, hanendelerin tatlı dilini; sana, bilginlerin anlayış kula­ğını bahşeden Yüce Allah’a daima şükretmeliyiz. Bu ikisi; emir-erleri gibi hep kapıda durur; sultandan, sultana haber taşırlar. Amelim iyidir diye böbürlen­me! Hakk kapısından baktığında, her şeyin onun takdiriyle ortaya çıktığını görürsün. Bahçıvanın padişah köşküne hediye ettiği yemiş yine onun bahçe- sindendir.

 

……….

Dokuzuncu Bölüm-

Tevbe

Gel, ey ömrü yetmişe yeten; düşün hele bir, bu ömür nasıl da boşa geç­ti! Oysa sen kalmak için hep çare aradın, gitmeyi ise hiç aklından geçirmedin. Şunu sakın hatırından çıkarma; yarın kıyamet günü cennet pazarı kurulacak ve herkes orada -iyi, kötü- yaptıklarına göre muamele görecek. Dün dünyadan kalan sermayen neyse yarın o kadarını alacaksın. İflas ettiysen eğer, vay hali­ne, daima mahcup olacaksın. Çarşı-pazarda ne çeşit mal varsa, züğürdün gön­lü o kadar perişan olur. Elli dirhemden beşi eksik olunca gam pençesiyle kal­bin yaralanır. Bak işte elli yıl nasıl da geldi geçti. O halde kalan şu üç-beş günü ganimet say. Zavallı ölünün dili olsaydı, yana yakıla şunu söyleyecekti; “Ey diri insan! Şimdi söylemek imkânı varken dudağını ölüler gibi yumarak Yüce Allah’ı zikirden geri durma sakın. Bizim zamanımız gafletle geçti. Sen, bize çekme. Hiç olmazsa kalan şu birkaç nefesi fırsat bil.”

 

Hekim ile İhtiyar Hikâyesi

Son nefesine dayandığı acı acı inlemelerinden anlaşılan bir ihtiyar, heki­me giderek; “Ey güzel düşünceli, sevgili dostum; elini, nabzıma koy, ayakla­rım kolay kolay yerinden kalkmıyor. Bükülü belime bak, balçığa batmış gibi­yim.” deyip ondan kendisini tedavi etmesini istedi. Bunun üzerine hekim aya­ğa kalktı ve gülümseyerek ona şunu söyledi; “Elini şimdi cihandan çekersen , yarın kıyamet günü ayağın balçıkta kalmaz.”

Gençlerin çevikliğini, ihtiyarlardan bekleme. Çünkü akan su, yeniden ır­mağa dönmez. Gençlikte hop oturup kalkansa; bari ihtiyarlıkta aklını, başı­nı topla. Yaş kırkı geçince heves olmaz. Zira su, boyunu aşmıştır. Ne zaman ki akşamım ağarmağa yüz tuttu; zevk, eğlence, neşe benden kaçar oldu. Heva ve hevesle cilveleşmek için artık çok geç. Baksana, heves çağı geride kaldı. Top­rağında çimen bitenin gönlü çayırla tazelenir mi hiç! Biz nasıl vaktiyle bizden öncekilerin mezar topraklarına bastıysak, bizden sonrakiler de gelip bizim toprağımızı çiğneyecek. Yazık ki; gençlik çağı tükendi ve hayatımız oyun, eğ­lence peşinde geçti. Heyhat; o can besleyen zaman, üstümüzden Yemen şim­şeği gibi geçti. Şunu yiyeyim, bunu giyeyim sevdasıyla dini düşünmeğe fır­satım olmadı. Ne yazık ki; gafilce davranıp bâtılla uğraşmaktan haktan uzak­laştık. Öğretmenin, öğrencisine söylediği şu güzel sözü duymadın mı; “Cevap veremedin, süren de geçti.”