Menüler kısmından ayarlayınız.

Hikayeleri-Gençliğin Değeri…

Gençliğin Değeri

Delikanlı! İbadet yolunu bugünden tut ki, yarın ihtiyarlarsın da gençliğin geri gelmez. Henüz gönlün huzurlu, gücün kuvvetin yerinde, meydansa olan­ca genişken şu gençlik topunu çeliversene! Ben o günlerin kıymetini bileme­dim, şimdi bilsem ne fayda! Felek öyle günlerimi kaptı ki, her biri kadir gece­sinden daha değerliydi. Ömrü yük altında geçip kocayan eşek ne yapar! Yürü git sen, çünkü yel ayaklı bir ata binmişsin. Paramparça olmuş kadehi, ne ka­dar da yapıştırsalar yine de eskisi gibi sağlam olmaz. Şu da var ki; gaflette bu­lunup elinden düşürdüğü kadehi, özenerek yapıştırmaya gayret etmeli insan. Sana kim, Ceyhun ırmağına atla, dedi. Madem atladın, o halde yüzmeye ça­lış. Cahillik edip elindeki tertemiz suyu başkasına verdin. Şimdi toprakla te­yemmüm etmekten başka çaren yok. Koşuya katıldın, hızlı koşanları geçeme­din, hiç olmazsa düşe kalka yürü. O yel ayaklılar hızla gittilerse; elsiz, ayak- sız oturmanın âlemi ne! Ey çok akıllı, hünerli insan; gerçekten akıllıysan, beni dinle. Sadî’nin sözünü yerine getirdiğin takdirde; yüce feleği, ayağının altına almış olursun.

 

İbret Hikâyesi

Allah’ın takdiri, birinin can damarını kesti. Bir başkası da, onun için ya­kasını yırtıp feryat etti. Bunu gören keskin akıllı, basiret sahibi, mübarek bir zat, yana yakıla inleyen adama; “Eğer mümkün olsaydı, ölen kimsenin eli, ke­fenini yırtar ve sana; ‘Benim için bu kadar üzülme, nihayet ben senden iki gün önce yola çıktım. Sen de öleceksin. Bu gerçeği unutmuş olmalısın ki, benim için kendini bu derece paralıyorsun.’ derdi. O halde kurtulan ölüye değil, kur­tulamayan kendine üzül!” diye öğüt verdi.

Hakikati gören, keskin akıllı insanların gönlü; ölünün üzerine toprak atarken, ölen için değil, kendisi için yanar. Toprağa gömdüğün yavrun için ne diye inliyorsun ki! O temiz gelmiş, temiz gitmiştir. Sen asıl kendini düşün. Temiz geldin, sakın kirli gitmeyesin. Çünkü toprağa pis gitmek, insana utanç verir. Kuşun ayağını; ipin ucunu kaçırdıktan sonra değil, şimdi bağla ki, hiç­bir yere kaçamasın. Sen şimdi nasıl başkasının yerinde oturuyorsan, başkası da yarın senin yerinde öyle oturacak. İster pehlivan ol, ister savaşçı, dünya­dan ancak bir kefen götüreceksin. Yabaneşeği, kemendini koparsa bile; kuma girdiğinde ayaklan bağlanır. Bunun gibi senin gücün ve kuvvetin de, ayakların mezar kumuna batıncaya kadardır. Yaşlanmış dünyaya meyletme. Çünkü kubbesinde koz durmaz.

Dün, geçti; yarın, henüz gelmedi. O halde hesabını şimdi yap.

 

Öğüt

Hey kemikten kafes; senin canın, nefes denen bir kuştur, bunu biliyor musun? Kuş ipten kurtulup kafesten uçtuktan sonra, ne kadar çabalarsan ça­bala, onu bir daha yakalayamazsın. Fırsatları kaçırma. Çünkü dünya bir nefes­ten ibarettir ve bilgeler katında bir nefeslik zaman, bir cihandan daha kıymet­lidir. Vaktiyle tüm cihana hükmeden İskender bile, giderken dünyayı ardın­da bıraktı. Elverseydi, tüm servetine karşılık bir nefeslik daha isterdi. Ama ne mümkün! Herkes ölür ve insan ne ektiyse onu biçer. Geride -iyi ya da kötü- bir tek adı kalır. Dostlar gittiğine göre, artık sıra bizde, O halde ne diye bu kervansaraya gönül bağlayalım ki! Şu dünya güzeline gönül verme Bu dilber kiminle oturduysa, hiç çekinmemiş, kalbini koparıp almıştır. İnsan mezar­da uyuduktan sonra, yüzünün tozunu ancak kıyamet günü silebilir. Öyleyse ne duruyorsun! Gaflet yakasından kaldır başını ve yarın utançla bakma yere. Şiraz’a dönerken yolculuktan kirlenen üstünü başını yıkamayacak mısın? Ey günah tozuna batmış insan! Yakında, yolunu yordamını bilmediğin bir şehre doğru yolculuğa çıkacaksın. Bu yüzden iki gözün iki çeşme ağla ki; üstünde -kir, pas, toz, toprak- ne varsa yıkansın.

 

Yusuf ile Zûleyha Hikâyesi

Bir gün Züleyha aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmış-tı. Züleyha’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmazdı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde

çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapa­mış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyha; el­lerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan ke­silen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kainatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”

Ömrünün sermayesini bir kez kaybetti mi, sonradan pişman olsan, ne ya­zar! Çehremiz kanlansın diye şarap içenler, sonunda yüzlerinin sarardığını gö­rünce kahrolurlar. Özrün varsa, bugün söyle. Çünkü yarın söyleyemeyecek­sin.

 

Sanan Hikâyesi

Sanan’da bir yavrum vefat etmişti. Çektiğim acıyı yalnız Allah bilir.

Hangi Yusuf yüzlü olursa olsun, balığın Yunus’u yutması gibi, Yüce Allah’ın ecel takdiriyle bir gün mezar balığı tarafından yutulacaktır. Dünya bahçesinde ecelin rüzgârıyla kökü kazılmayan servi, nerede görülmüş! Bir fi­dan, otuz yılda ağaç olur da; fırtına gelir, onu bir anda kökünden çıkarıp deviriverir. Yeraltında nice gül-endamlılar yatarken, toprağın üstünde güller aç­ması tuhaf değildir.

Bunları düşünerek; “Hey zavallı ihtiyar! Yavrun, temiz gitti. Ya sen; bo­ğazına kadar günaha battığın halde hâlâ yaşıyorsun. Artık öl!” diye kendime kızdım. Bu duygular içinde çocuğumu kendi ellerimle gömdüm. Aradan bir­kaç gün geçti. Yavrumun boyuna boşuna duyduğum hasret beni yiyip bitirdi. Kalktım, hemen kabrine vardım. Mezarından bir taş kopardım. O dar, karan­lık yere bakınca betim benzim soldu, yıkıldım. Ne kadar bu halde kaldım bil­miyorum. Kendime geldiğimde, çocuğumun sözleri değdi kulağıma. Şöyle di­yordu; “Sevgili babacığım; bu karanlık yerden ürküyorsan, aklını başına top­la, buraya ışıkla gel!”

Mezar gecesinin gündüz gibi aydınlık olmasını istiyorsan, henüz dünya­da iken amel kandilini tutuştur. Binbir zahmetle hurma ağacı yetiştirenler, “Ya ağaçlanınız bu yıl hurma vermezse” diye endişelenirken; kimi açgözlü, ahmaklar; buğday ekmeden harman kaldıracaklarını sanıyorlar.

Sadî; ağaç diken, hurma yer; buğday eken, harman kaldırır.

 

 

Meczup Hikâyesi

Bir meczup, Harem-i Şerifte Yüce Allah’a münacat ediyordu. Aklıma gel­dikçe vücudum titrer hâlâ. Gönlü yaralı meczup, yana yakıla şöyle dua edi­yordu:

“Allah’ım! Beni bağışla, zillet içinde bırakma! Bırakırsan eğer, kimse tuta­maz elimden. İster lütfunla çağır, ister kapından kov; eşiğinden başka yere sü­recek başım yok benim! Allah’ım; ne kadar yoksul, çaresiz olduğumuzu bili­yorsun. Kötülüğü emreden nefsin kölesi olmuşuz biz. Bu azgın nefis, öyle hız­lı koşuyor ki; dizgini, akılla zapt edilecek gibi değil. Bir başına nefisle şeytanı kim yenebilir? Karınca, kaplanlarla nasıl dövüşebilir ki! Hakk yolun erleri için, bana bir yol göster ve bu düşmanlardan beni, sen muhafaza buyur.

Allah’ım! İlahi zatın hürmetine, eşsiz ve benzersiz sıfatların hürmetine, Beytü’l-Harem’deki hacıların lebbeyk çağrılan hürmetine, Medine’de met­fun Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hürmetine, kılıç çakan savaşçı yiğitlerin tek­bir nidaları hürmetine, temiz soylu ihtiyarların ibadeti hürmetine, hak yolda yürüyen gençlerin doğruluğu hürmetine; son nefesimizde, bire iki demekten kurtar beni! Gece-gündüz ibadet edenlerin, benim gibi ibadetsize şefaat etme­sini umuyorum.

Allah’ım! Temiz soylu insanların hakkı için, beni kötülüklerden uzak tut. Elimizden fenalık çıktıysa bağışla. İbadetten iki büklüm olan ve günahlarının utancıyla gözlerini yerden kaldıramayan ihtiyarların yüzü suyu hürmetine; sa­adet zamanı, gözümü kapalı; şahadet vakti, dilimi bağlı tutma. Hakkı gösteren yakîn nuruyla yolumu aydınlat. Kötülük yapmasın elim, çirkini görmesin gö­züm, kirli işler çevirmesin kudretim.

Allah’ım! Muhabbetinin havasında asılı duran hakir bir zerreyim ben. Öyle ki; karşında varlığımla yokluğum birdir benim. Lütuf güneşinden azıcık ışık ver bana. Görenler, o ışık içinde görsünler beni.

Allah’ım! Âsî, kötü kullarına nazar et ki, iyi olsunlar. Sen, sultansın; biz­se, köleniz. Padişahın bir iltifatı, köleye yeter de artar bile.

Allah’ım! Bana ceza verdiğin takdirde merhametine sığınırım. Amel defte­rime bakacak olursan; ‘Vaat ettiğin, bu değildi.’ deyip yana yakıla ağlarım.

Allah’ım! Beni kovma kapından. Çünkü gidecek başka kapım yok benim. Cahillik edip birkaç günlüğüne kapından uzaklaşmışsam, geldim işte, şimdi kapıyı yüzüme kapama. İşlediğim günahlardan dolayı utanç içinde başımı öne eğerek af diliyorum senden.

Ey lütfü bol, ihsanı geniş Allah’ım! Huzuruna yalnız aczimi getirecek ka­dar yoksulum. Kabahatimle, günahımla yargılama beni. Zenginlerin, yoksulla­ra yardım etmesi âdettendir. Zayıfım, güçsüzüm diye niçin ağlıyorum ki ben? Evet, belki zayıf, güçsüz olabilirim. Ama güçlü, kudretli efendim var benim.

Allah’ım! Gaflette bulunup elest-bezminde verdiğim ahdi unuttum. Ne yapabilirim; olan, oldu bir kez. İstek eli, kadere karşı ne yapabilir ki? Hem tedbir elimizden ne gelir? Günahlarımızın özrü için, bu nükte kâh,değil mi­dir? Ne yaptımsa, sen bozdun. Kul, efendisi karşısında el açıp dilenmekten başka ne yapabilir!

Allah’ım! Hükmünden baş çekmiyorum ben; yalnız benim için neye hük­metmişsen; başıma, o geliyor.”

 

Sarhoşla Müezzin Hikâyesi

İşitim ki; sarhoşun biri, hurma şarabının etkisiyle mescide girmiş ve Yüce Allah’ın kerem eşiğinde; “Rabbim, beni güzel cennetine koy!” diye yalvarmış. Bunu duyan müezzin, sarhoşun yakasına yapışmış hemen ve alaylı bir dille; “Hey akıldan, dinden gafil sarhoş! Köpeğin, mescitte ne işi olur! Ne amel işle­din ki, karşılığında cenneti talep ediyorsun. Şu surata bak hele. Bu çirkin su­rata naz mı yaraşır!” deyip onu mescitten kovmuş. Sarhoş, hüzünlü gözlerle bakmış müezzine ve ağlamaklı sesiyle karşı koymuş; “Müezzin efendi! Gördü­ğün gibi bir sarhoşum ben. Çek ellerini üstümden. Sarhoş bile olsa, insanla­rın kalbini kırmak yakışıyor mu sana? Hem sen, bir günahkârın Allah’tan ba­ğış dilenmesini tuhaf mı buluyorsun? Bunları özrümü kabul edesin diye söy­lemiyorum. Tövbe kapısı daima açıktır ve Yüce Yaratıcı darda kalanların her zaman yardımcısıdır. Yüce Allah’ın lütfü o kadar büyüktür ki, bu büyüklüğün karşısında ben günahlarımı büyütmeye utanarak, şimdi burada ondan af di­liyorum. Ya sen; kibirlenerek beni bu temiz yerden kovmaya utanmıyor mu­sun hiç!”

Yaşlanıp da bu yüzden ayaktan kesilenin elinden tutmazsan; ihtiyar, tek başına nasıl ayağa kalksın! İşte o ayaktan kesilmiş ihtiyar benim.

Allah’ım! Lûtfunla elimden tut, Senden nebüyüklük ne makam istiyo­rum. Yalnızca şu zavallı, çaresiz halimi görüp günahlarımı bağışlamam dili­yorum.

Dostlarımdan biri, ufacık bir kusurumu görse, ar perdesini yırtıp bu akıl­sızlığımı dillere destan eder. Bu yüzden biz, birbirimizden korkarız. Ama sen her kusurumuzu gördüğün halde örtüyorsun. Bu vesileyle affına sığınırız.

Cehaletlerinden dolayı köleler, serkeşlik ederken; efendileri, bunu gör­mezden gelir.

Allah’ım! Kerem ve ihsanınla affedecek olursan, dünyada bir tek günahkâr kalmaz. Ama kullarına, günahlarına göre muamele edecek olursan; teraziyi kaldır, hepsini cehenneme gönder.

Allah’ım! Elimden tuttuğun takdirde, erişemeyeceğim makam kalmaz. Bı­raktığın takdirde de, elimden tutan olmaz. Huzurundan atarsan, kimse kabul etmez beni.

Allah’ım! Bana güç verirsen kimse karşımda duramaz. Senin kurtardığını kimse yakalayamaz. Mahşer günü insanlar iki zümreye ayrılacaktır. Bilmem ki ben hangisinden olacağım. Eğer sağ zümreden olursam şaşarım. Çünkü ben, sol zümrenin yaptığı gibi kötü şeyler peşinde koştum. Ara sıra; “Yüce Allah, ak saçlanma bakıp belki beni bağışlar.” der, gönlümü bu ümitle avuturum.

Hz. Yusuf (a.s.), bunca musibetler görüp hapislerde yattıktan sonra, bir gün kıymeti bilinip hükmü yürüyünce Yakuboğullarının fenalıklarına bakma­dı. Kendisine yaptıkları onca kötülüğe rağmen onları affetti. Getirdikleri bir­kaç dirhemi de onlara geri verip; “Size bugün serzeniş yoktur. Artık sıkıntıla­rınız bitmiştir. Rahat ve huzurlu olunuz.” dedi.

Bunun gibi ben de, bugün suçlu ve sermayesiz bir halde huzuruna çıkı­yorum. Sen, bu günahkâr ve yoksul kulunu affeyle Allah’ım!

Allah’ım! Hiç kimse, benimkinden daha kara bir defter görmemiştir. Çün­kü amel defterimde hoşuna gidecek hiçbir şeyim yok. Hakkıyla kulluk ve ita­atte bulunamadım sana. Yalnız lütfuna, ihsanına güveniyor ve ancak senden af diliyorum.

Allah’ım! Ümitten başka sermaye getiremedim huzuruna. Ümit bağladı­ğım affından, mahrum etme beni..

 

———————————————————————————————————–

 

 

GÜLİSTAN

 

İyi yetiştirilmiş, ihtiyar ve söz bilen,

Önce düşünür, sonra söyler

Düşünmeden söze başlama, iyi söyle.

Geç söylersen sakıncası yok.

Düşün sonra söyle ve hatta

Başkaları susturmadan susmasını bil

İnsanı hayvandan üstün tutan konuşma yeteneğidir.

Ancak doğruyu söylemezsen hayvan, senden üstün olur.

 

Birinci Bölüm -Sultanların Âdetleri

Üçüncü Hikâye

Bir sultanın şehzadelerinden birinin kısa ve sade, kardeşlerinin ise uzun ve güzel olduklarını işittim. Kısacası sultan kısa boylu oğlunu küçümsüyormuş. Bir gün ona anlamlı anlamlı bakmış. Zeki şehzade durumun farkına var­mış. Babasına hürmette kusur etmeden “Ey baba! Akıllı kısa, cahil uzundan daha iyidir” demiş. “Boyca her uzun olanın kıymeti de büyük olmasa gerektir.Çünkü koyun temiz, fil ise murdardır.”

Yeryüzündeki dağların en küçüğü Turdur.

Fakat kıymeti Allah katında öteki dağlardan daha büyüktür.

İşittin mi bir gün bir zayıf âlim,

Bir şişman ahmağa şöyle demiş:

‘Arap atı her ne kadar zayıf ise de,

Bir tavlı eşekten daha seridir.

Şehzadenin sözlerine babası için için gülmüş, saray erkânı pek beğenmiş­ler, kardeşleri ise incinmişler.

Bir insan söz söylemedikçe

Ayıbı ve hüneri gizli olur.

Her ormanı boş sanma.

İçinde uyuyan bir kaplan olur.

O sırada çetin bir düşmanın sultana savaş ilan ettiğini işittim. İki ordu karşı karşıya gelmişler. Meydânda atını ilk koşturan kısa boylu şehzade olmuş ve düşmana cesurca şöyle seslenmiş:

Cenk günü size sırtını dönecek kadar korkak değilim ben.

Kanlı toprak arasında baş arıyorsan bil ki işte o benim.

Harbe giren kendi, kaçansa ordusunun kanıyla Oynar.

Şehzade bunları söyledikten sonra düşmana hücum etmiş. Karşı saftan birkaç yiğidi yere sermiş. Ardından dönüp babasının huzuruna gelerek yeri öpmüş ve:

Muhterem babacığım, sana değersiz görünmüştüm.

Sense şişmanlığı hüner saymaktaydın.

Savaş meydanında ince belli Arap atı işe yarar.

Koşmaktan âciz besili öküzler ne yapsın!

Dedikten sonra adamakıllı huzursuzlanan ordusunu dolaşmaya başlamış. Meğer düşman sayıca çok, bunlar az imişler. Askerlerin bir kısmı kaçmak is­temiş. Şehzade “Yiğitlerim” diye onlara seslenmiş, “savaşın da kadın elbisesi giymeyin.”

Şehzadenin sözleri süvarileri hırslandırmış. Bunun üzerine hemen düş­mana hücum etmişler ve aynı gün içinde savaşı zaferle bitirmişler.

Oğlunun bu zaferine tanık olan sultan, şehzadesinin alnını öperek onu bagrına basmış ve hemen oracıkta veliahdı olduğunu haykırmış. Kardeşle­ri onu kıskanmışlar. Yemeğine zehir koymuşlar. Çardaktan bu suikastı gören kızkardeşi, pencerenin pervazlarını çarparak onu uyarmış. Zeki şehzade hileyi anlayıp yemekten elini çekerek kardeşlerinin duyabileceği bir sesle; “Hünerli kişiler ölsün de, hünersizler geride kalsın. Bu olacak iş mi!” demiş.

Dünyada hûmâ kuşu kalmasa dahi

Baykuşun gölgesine kimse yanaşmaz.

Hadiseyi sultana duyurmuşlar. Bunun üzerine sultan oğullarını huzuruna çağırtıp onları bir bir cezalandırmış. Sonra kardeşler arasındaki kıskançlığı bi­tirmek üzere memleketinden her birine istedikleri yerleri taksim etmiş. Nite­kim bu taksimden sonra gerçekten de fitne bitmiş tükenmiş.

Bilgeler; “On derviş bir kilime sığar da, iki sultan bir cihana sığmaz.”der.

Allah dostu, bir ekmeğin yansım yerse,

Diğer yansını fakirlere sunar.

Bir sultan yedi kıtaya sahip iken,

Diğer bölgeleri de almayı arzular.

….

Dokuzuncu Hikâye

Arap sultanlarından biri, hem hasta hem de yaşlıydı. Hayatından ümit ke­silmişti derken bir süvari huzura varıp; “Filan kaleyi efendimizin sayesinde ele geçirip ordusunu ve halkını esir aldık.” diye bir müjde getirdi. Müjdeyi işiten sultan, içini çekerek “Bu haber bana değil, düşmanlarıma yani benden sonra kalanlaradır” dedi.

Gönlümde dinmez bir dilek vardı.

Yazık ki ömrüm onu beklemekle geçti.

O dileğim gerçek oldu ama ne fayda!

Geçen ömrüm bir daha gelmeyecek.

İki gözüm! Ecel eli göç davulunu çaldı, başa veda ediniz.

Ayaklarım, bileklerim, kollarım birbirinize veda ediniz.

Düşmanlarımın arzusu nihayet kapıma dayandı.

Ey dostlar! Ömrüm cehaletle geçti, ibret alınız.

Bir gün gelip de öleceğimi akıl edemedim.

Günahlarımdan sakınmadım, bari siz sakınınız.

 

İkinci Bölüm:Dervişlerin Ahlakı

Dokuzuncu Hikâye

Manevî derecesi yüksek, kerametleri Arap ülkelerinde bilinir, Lübnan Dağı çevresinden saygın bir şeyh vardı. Bir gün kalktı, Dımaşk Camii ne gel­di. Kellâse havuzunda abdest almak isterken ayağı kaydı ve içine düştü. Güç­lükle çıkardılar. Namaz kılındıktan sonra dostlarından biri “Bir sıkıntım var, yardım eder misin?” dedi. “Sıkıntın nedir?” diye sordu şeyh. Bu soru üzerine dostu “Denizin üstünde yürüyebilirken nasıl oldu da bu birkaç adımlık havu­za düştün, anlayamadım” dedi

Şeyh başını eğdi, gözlerini kapadı, düşünüp taşındıktan sonra; “Hz Pey­gamberin ‘Allah ile aramda meleklerin ve peygamberlerin bile ulaşamadığı özel bir vakit vardır.’ dediğini, fakat daima böyleyim diye buyurmadığını, bu özel vakitte Cebrail ve Mikail ile dahi görüşmezken diğer zamanlarında eşle­ri Hafsa ve Zeynep ile konuştuğunu duymadın mı!” diyip “Allah dostları şöy­le demiştir” diye ekledi, “İyilerin görüşü, açık ve gizli perde arasında bir görü­nür, bir kapanır.”

Allah’ım! Cemalini gösterip gizlemekle

Yanan gönüllerimizdeki kıymetin artıyor,

Sevdiğimi aracısız görünce kendimi

Kaybetmiş halde bulup ateşim yükseliyor.

İşte bu yüzden dostlarım beni,

Bir yanmış, bir boğulmuş görüyor.

 

Onuncu Hikâye

Çocuğunu kaybeden biri Hz.Yakub’a sordu: “Ey cevheri parlak, akıllı ihti­yar! Yusuf’unun gömleğinin kokusunu tâ Mısır’dan alırsın da, onu Kenan ku­yusunda nasıl göremezsin?

Hz. Yakub cevap verdi: “Bizim hallerimiz çakan şimşeğe benzer. Bir görü­lür, bir kaybolur.”

Bazen en yüksek feleğin üstünde oturur,

Bazense ayağımın altını göremem.

Eğer derviş bir halde karar kılsaydı,

İki âlemden de elini ayağını çekerdi.

 

On beşinci Hikâye

– Sultanın biri; “Bizi hiç andığın oldu mu?” diye sordu bir zâhide.

Zâhit; “Evet sultanım” diye cevap verdi, “Ne vakit Allah’ı unuttuysam sizi andım durdum.”

Allah, birini kapısından kovarsa

O zavallı her yana koşar durur.

Fakat Allah birini çağırmışsa da

Onu kapı kapı dolaştırmaz.